ANALİZ HABER
Türkiye'de eğitim ve medya tartışmaları çoğu zaman ayrı başlıklar altında ele alınıyor. Eğitim konuşulurken müfredat, sınav sistemi ve yöntemler; medya tartışılırken ise basın özgürlüğü, sahiplik yapıları ve siyasal baskılar öne çıkıyor. Oysa son günlerde yapılan iki ayrı çıkış, bu iki alanın aslında aynı zihinsel zeminde buluştuğunu bir kez daha hatırlattı.
Esra Albayrak'ın gündeme taşıdığı "epistemik sömürge" vurgusu ile Nur Tuğba Aktay'ın Türkiye gazetesinde yayımlanan medya analizi, eğitim ve medyanın ortak bir mesele etrafında kesiştiğini gösteriyor: zihinsel egemenlik.
Esra Albayrak'ın şu cümlesi tartışmanın merkezine oturdu:
"Çocuklarımız Greenwich'in neden dünyanın sıfır noktası olduğunu sorgulayabilmeli."
Bu ifade, yalnızca coğrafi bir bilgiye değil, daha derin bir soruya işaret ediyor:
Dünyayı kimin kavramlarıyla öğreniyoruz?
Eğitimde kullanılan dil, kavramlar ve tarih anlatıları dış referanslara dayandığında, bireyin düşünsel özne olma kapasitesi de sınırlanıyor. Tanzimat'tan bu yana eğitim sisteminin büyük ölçüde dış epistemik çerçevelerle şekillenmiş olması, bugün yaşanan birçok yapısal sorunun arka planını oluşturuyor.
Bu durum çoğu zaman fark edilmeden, yalnızca yeni kavramlar ve yöntemlerle "güncellenmiş" bir biçimde devam ediyor.
Nur Tuğba Aktay'ın medya üzerine yaptığı analiz ise benzer bir kırılganlığa dikkat çekiyor. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan basın tarihine bakıldığında, medya alanının da ilk günden itibaren yabancı metinler, elçilik gazeteleri ve dış finansman etkisiyle şekillendiği görülüyor.
Bugün de medya sahipliğinin şeffaf olmaması, fon ilişkileri ve dış bağlantılar yalnızca siyasi bir tartışma değil; zihinsel alanın kırılganlığı olarak okunabilecek bir tablo ortaya koyuyor.
Çünkü medya yalnızca haber aktaran bir mecra değil;
toplumun dünyayı nasıl gördüğünü, olayları hangi çerçevede yorumladığını da belirliyor.
Tıpkı eğitim gibi.
Bu noktada eğitim ile medya arasındaki bağ daha net görülüyor.
Eğitim, dünyayı nasıl anlamlandıracağımızı öğretir.
Medya ise bu anlamın hangi çerçevede tekrar edileceğini belirler.
Eğitim ontolojik zemini kurarken, medya bu zemini gündelik hayatta işler. Eğer bu iki alan da dış etkilere açık ve kırılgansa, ortaya çıkan tablo bir ülkenin zihinsel alanında tam bağımsızlık sağlayamadığını gösterir.
Bu nedenle yalnızca müfredatı tartışmak ya da medyayı tek başına ele almak, sorunun tamamını görmeye yetmiyor.
Eğitim ve medya alanındaki sorunları sadece yasaklar, kısıtlamalar veya özgürlükler üzerinden okumak meseleyi daraltıyor. Asıl soru şu noktada düğümleniyor:
Hangi kavramlarla düşünüyoruz?
Hangi hikâyelerle dünyayı anlamlandırıyoruz?
Bu hikâyeleri kim yazıyor?
Bu sorulara sakin ve bütüncül cevaplar verilmeden yapılacak her düzenleme, geçici çözümler üretmekten öteye geçemiyor.
Eğitim ve medya farklı alanlar gibi görünse de, aynı kökten besleniyor:
Zihni şekillendirme gücü.
Esra Albayrak'ın çıkışı eğitimin epistemik sınırlarını tartışmaya açarken, Nur Tuğba Aktay'ın analizi medyanın yapısal arka planını görünür kılıyor. Tartışmanın sağlıklı bir zeminde ilerlemesi için bu iki alanın birlikte ele alınması gerekiyor.
Belki de asıl sorular tam burada başlıyor:
Eğitimin epistemik çerçevesi nasıl yerli ve sahici hale gelir?
Medyanın yapısı nasıl daha şeffaf ve güvenli olur?
Bu iki alan birbirini nasıl besleyebilir?
Doğru sorular kurulduğunda, çözümler de kendiliğinden görünmeye başlar.