İnsanlığın sıçramalar yaşadığı zamanları ıskalayanlar ya sıfıra düşüyor ya da hayatı hep geriden kovalıyor.
Kadim medeniyetlerden süzülerek inkişaf etmiş ve insanlığın ortak değeri olan cumhuriyetin, Türkiye’de ilanının 100. Yılı içerisindeyiz. Ne mutlu!
Diğer yandan, demokrasi, adalet, inanç özgürlüğü, temel hak ve hürriyetler, fırsat eşitliği, hukukun üstünlüğü gibi pek çok unsuru da tartışagelmiş olduğumuz ortadadır. Halen çok temel kavramları tartışmaya da devam ediyoruz.
Bunun altında toplumun ağır bedeller ödediği darbelerin, muhtıraların, sivil yönetime istenmedik ve beklenmedik müdahalelerin rolü olduğu kadar, toplumda pek çok evrensel değerin yeterince özümsenmediği, içselleştirilemediği, bireyin vicdanındaki kadar kamu vicdanında ortak kabul ile güvence altına alınmadığı ve cehalet bataklığının paçalarımıza yapışmış olmasının da rolü vardır. Bu cehalet öyle bir bataklık ki, toplumun bütün kesimlerinde var ve her birimizi bir biçimde içine çekme yönünde de aktif olduğu açıktır.
Küçük Asya’da varlık gösterip yurt edindiğimiz günden beri tarım toplumunun bilgi ve güç özelliklerine sahipken, çevre coğrafyada ticari hayata ve ekonomik faaliyetlere milletimiz hakimken; moderniteyle başlayan Avrupa’daki değişim sürecinde gözlenen yeni yükselişi ve okyanuslara kayan küresel ekonominin de artık yeni sahiplerinin elinde güçlü ilerleyişini yaşadığını bütün dünya gördü.
Selçuklu döneminde ve öncesinde Anadolu’da görülen Türk varlığının güçlü yansımaları, Osmanlı Devleti zamanında zirveye doğru ilerlemiş, Dünya’nın orta yerinde çok zengin ve çeşitliliği bol bir coğrafyada varlığını göstermiş iken, zaman içerisinde sanayileşme, kentleşme ve teknolojik ilerlemenin getirdiği hızlı değişimlere sahne olan modern Avrupa’nın iyiden iyiye gerisine düşüş neticesinde küçücük bir coğrafyada yok olmama mücadelesi verme noktasına kadar gerilenmişti. Üzerinde kafa yorulması gerekiyordu, çözüm bulunmalıydı. Zor günlerdi…
Eğer geride kalmışlıktan kurtulmak ve ilerde olmak isteniyorsa, bir müddet, ileride olanları takip etmek gerekir. “Batılılaşma” bu yönüyle Cumhuriyet’in ilan edilişinde de temel bir ilke olmuştur.
Yeniden ve alışılagelmiş olanın dışında bir yapılanmayla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, özelde milletimizin ve genelde de bütün insanlığın geleceği açısından kolektif bir sıçrama arayışının neticesi olarak da görülmelidir. Bu değişimin önderliğini yürüten ve kurucu lider olarak pek çok ilkeyi koyan Mustafa Kemal Atatürk’ün söylem ve eylemlerinde vurguladığı bilimin ve aklın doğru kullanılmasını halen üzerinde çalışılmaya değer görüyorum.
Yüz yıl önce başlayan değişimi doğru yönetecek, asrın getirdiği medeniyetin ötesine geçecek, bilim ve teknoloji yanında sosyal hayatta da gelişimi canlandıracak olan eğitimli insan potansiyelini de pek çok cephede ve özellikle de gelecek vadeden genç nüfusun büyük bir kesimini Çanakkale’de kaybetmişiz. “Sıfırın da gerisine düştüğümüz” bir zamanı yaşamışız. O günlerde ihtiyaç duyulan iyi eğitilmiş insan açığı yüz senede kapatılamayacak derecede büyüktü. Öyle görüyorum ve halen de o açığın kapatılamadığını düşünüyorum.
Ötekileştirmeler, kamplaştırmalar, üretilen “zıtlıklar”, inanç ve siyasi tercihlerdeki farklılık, öncekini kötü saymalar, kendinden olanı “mükemmelleştirmeler” üzerinden bir ilerleme yaşayamayacağımızı da geçen on yıllar içerisinde gördük. Böylesi ayrışmalar bizlere hem zaman hem de insan kaybettirdi ve kaybettiriyor. Bilindik kronik mevzular işte…
Yeniden düşünmemiz gereken bir konuya dönelim, temel bilimlere. Geçen yüz yıl içerisinde ne kadar öncü bilim insanı çıkartabildik ya da çıkartabilirdik? Sürekli küçülen ve azalan bir toplum nasıl büyük adamlar çıkartabilirdi ki? Var olanların pek çoğunun ise siyasi çalkantıların kurbanı olduğu malum.
Temel bilimlerin meraklı bireylere ihtiyacı var, nesnel bakabilen gençlere ihtiyacı var, günlük hayatta kullandığı teknolojik aletlerin dünyasını çözümlemeye çalışan ve onları tüketici olmanın çok ötesinde bir gözle kurcalayan yeni kuşaklara ihtiyacı var, zihninden geçenleri hayata yansıtabilme coşkusu taşıyan girişimci ruha sahip olanlara ihtiyacı var, serbestçe düşünebilen ve bunu açıklayabilen yürekli aydınlara ihtiyacı var, birlikte iş yapabilen takım ruhu gelişmiş öğrencilere ihtiyacı var… Böylesi yetenekli çocukları ortaya çıkartabilmek gerekir.
Her bir gencimizi de çok yönlü yetiştirmek gerekir. İstanbul’da 1921 yılında Dünya’ya gelip 1992 yılında ABD’de vefat eden ve Cumhuriyet’in ilk 100 yılı içerisinde “Türk Bilim Tarihi” açısından da saygın bir yere sahip olan fizikçi ve matematikçi Feza Gürsey’in, ölüm yılında Bilim ve Teknik dergisinin 295’inci sayısında (Haziran 1992) yayınlanan 1968 yılında TÜBİTAK Bilim Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmasında vurguladığı noktalar, önümüzdeki yeni yıllar içinde halen ışık tutucu düzeydedir.
Feza Gürsey konuşmasının bir yerinde “Toplumun teşvik edeceği birkaç temel bilim adamının başarısı, onların şahsi başarısı değil, bu tecessüsü ve uzak görüşlülüğü duyan toplumun başarısı sayılmalıdır. Aya iki üç astronot indiği zaman başarı, bu işe emek, para ve irade yatıran milletlerin olacaktır. Onun içindir ki toplum musikiyi, resmi, şiiri lüzumsuz bulduğu anda, o toplumda her fert dâhi bile olsa, sanatkâr yetişmez. Sade kısa vadeli düşünen, dar anlamda ütiliter felsefeye sarılan bir toplumda partikül fizikçisine yer yoktur. Fakat öyle toplumların da yarının ileri teknolojik dünyasında, bilim ve fikir tarihlerinde yeri olmayacaktır.” tespitinde bulunuyor. Ne kadar isabetli bir tespit.
Bir şeyler yapmak lazım. Yeni şeyler yapmak lazım. Bazı güzel şeyleri yeniden yapmak lazım. Her çocuğu daha erken yaşlarda bilimin eğlenceli dünyasına taşımak ve bunu sürekli hale getirmek gerekir. Onları bilimin yeni kavram, terim ve kelimeleriyle buluşturmak gerekir. Popüler bilim dergilerinin çocukların elinde olmasını bu bakımdan da çok değerli görüyorum. Bir sınıf öğretmeni dostumuzun “Çocuklara laboratuvar kelimesini öğretmek için 20 kez tekrar ettirdim.” cümlesi halen kulağımda.
Bilimsel araştırma projesi hazırlama ve yürütme konulu eğitimler sebebiyle on yılı aşkın süredir akademik çevrelerden binlerce araştırmacıyla bir araya geldim. Rutin derslerin dışında yine binlerce üniversiteli gençle muhatap oldum. Öğretmenlere, liseli gençlere, ortaokulda okuyan çocuklara yönelik etkinliklerde bulundum. Köy ve kasabalardaki okullarda ilkokul öğrencileri ve aileleriyle dahi buluşup söyleşiler yaptım. Hepsinden farklı gözlemler edindim ve çok temel konuları yeniden ve yeniden düşünmek zorunda kaldım. Halen bilimi ve aklı doğru kullanmada ciddi çalışmalara ihtiyaç olduğunu, metodoloji sorunumuz olduğunu, mantıklı iş yapma konusunda problemlerimiz olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çözüm bulmalıyız. Aksi halde zaman kaybetmeye devam ederiz.
Bilimin uğraşı alanlarıyla meşgul olan çocukları ve gençleri çoğalttıkça geleceğimiz için daha da umutlu olabiliriz. Sosyal alandaki pek çok ilkel tartışmanın da yersizliğini fark edebiliriz.
Yurdun her köşesi ortak derdimiz. Kırsal kesimdeki okullarda yüzlerce çocukla buluştuk ve yine gitmeye devam edeceğiz.
Yollarda olacağız ışık olmak, ışık tutmak için 100. Yılda Yüzlercesine…
Mustafa Böyükata
Yozgat Bozok Üniversitesi Öğretim Üyesi