Bu roman basarili bir ögrenci olup New York’ta bir moda dergisinde ise giren ve rekabetçi dünyada tutunmaya çalisan baskarakterimiz Esther Greenwood üzerinden yazilmistir. New York’un yani bir metropol yasantisinin ne kadar acimasiz oldugunu gözler önüne seriyor. Ayrica herkesin büyülü bir dünya sandigi moda sektöründe çalismanin ön plana çikmayan yüzüyle bizleri tanistiriyor. Mesela kendisi bile yakin bir dostunu yari yolda birakiyor. Daha sonra hala dost gibi davranmaya devam edebiliyorlar. Orada bir yergi varmis gibi geldi bana. Normalde dostun seni yari yolda biraksa o dostlugu devam ettirmek çok mümkün görünmüyor. Ama bu yasantiyi seçmissen eger bastan dostun olmuyor demek ki.
Hep daha iyilerin ya da ön planda gösterilenlerin olmasi nedeniyle hayallerini gerçeklestiremeyen ve bu dünyanin ona göre olmadigini burada tutunamayacagini fark eden baskarakterimiz - annesinin yanina- geldigi kasabaya geri dönüyor. Tabii New York’tan sonra kendisini buraya adapte olamayan bir yabanci gibi hissediyor. Zaten sorunlu olan özel hayatinin da üzerine gelmesi sebebiyle intiharin esigine geliyor. Çesitli sekillerde intihar girisiminde bulunuyor. Bunu fark eden annesi onu psikologa götürüyor. Ve ona orada deli gibi muamelede bulunuyorlar. Aslinda bence bu da sunu gösteriyor: Delilik neye göre kime göre. Kimin hayatta ne yasadigini biliyor muyuz ki kimin akilli kimin deli olacagina karar verme yetkisini kendimizde hissedebiliyoruz.
New York’ta basladigi hikayesine dogdugu yerde devam eden baskarakterimiz burada hayatinin aslinda fark etmedigi ve bazen de kendi elinde olmayan belirli duvarlara sahip oldugunu fark ediyor. Yani yazarimizin tabiriyle sirça(cam) fanusun içindeymis hissine kapiliyor. Ve ne kadar hayal ederse etsin, çabalarsa çabalasin belli bir yerden öteye geçemedigi düsüncesinde kaliyor. Çünkü bu sirça fanus onun yasadigi duygularin ötesine geçememesi yani orada kapali kalmasinin bir temsili bence. Aslinda o bölgeden uzaklassa da yasadigi seylerden uzaklasamiyor insan. Yazarimizin agzindan “Çünkü nerede olursam olayim – bir gemi güvertesinde, Paris’te bir sokak kafesinde ya da Bangkok’ta – hep ayni sirça fanusun içinde kendi eksimis havamda bunaliyor olacaktim.”
Bu intihar hissiyati sadece bu noktada degil hayatimizin deger önceliklerine maddiyati alarak maneviyati ikinci plana itince daha belirgin oluyor. Kitapta da bu noktada kisinin inancinin zayif olmasina ve Hristiyanligin metodist mezhebinden olarak hayatindaki dini sadece kiliseye gidip gelmekle sinirlandirdigina ve su anda deli hastanesine yatirilmisken katolik olmak isteyecegini fark ediyor. Yani inanç vurgusu da yapilmis. Bizde bir gün bu kadar çok hüsrana ugradigimizda, gardimizi düsürdügümüzde ve o sirça fanusta kaldigimizda basta maneviyatimizi hatirlayacagiz ve belki de maddiyati bu kadar ön plana aldigimiz için baskarakterimiz gibi düsünecegiz. Umarim o duruma gelmeden önce farkina variriz.
Sirça Fanus romani intihar ederek hayatina son veren Sylvia Plath’in kendi yasamindan esinlenerek yazdigi bizim de çok geç olmadan bir seylerin farkina varabilmemiz amaciyla kaleme alindigini düsündügüm akici bir roman. Ayrica sonunu da bizim hayal gücümüze birakarak farkli düsüncelerle beyin firtinasi yapabilmemize olanak tanimis.
Okudugunuz için tesekkür ederim. Bir kitap her okundugunda farkli yorumlanabilir. Okumanizi tavsiye ederim.
Keyifli okumalar...