Hadisenin şahidlerinden birisi olan Barlalı şem'î Güneş, hadiseyi şöyle anlatmış:
“Nahiye müdürü Cemal Can'ın ma'rifetiyle, bir kır bekçisi ve bir kaç jandarma erini önceden Cami'in içinde ve etrafında gizleterek, ezan ve kamet vaktini beklemişler. Nihayet üç beş masum insan camiye gelmişler. O zaman Hazret-i Üstâd'ın mescidinde ona müezzinlik yapan şem'i Güneş, mescid içerisinde Ezan-ı Muhammedîyi yavaş bir sesle okumaya başlamış. Masum köylülerden üç beş tanesi de, namazlarını kılmak için mescide girmişler. Tam o esnada büyük bir kabahat işlemişler gibi, cürm-ü meşhûd halinde, bu temiz Müslüman köylüler yakalanıp Barla dan Eğridir'e sevk edilmişler.” Tarihin en vahşî devirlerinde bile yapılamayan bu yüz karası rezilce taarruzu şemî Güneş şöyle anlatmış:
“Tevfik Tiğlı Barla'da muallimdi. Ezan-ı Muhammedîye (asm) düşman gibi idi. Bir gün bana: “Neden sen hocanla birlikte ulu'l-emre itaât etmiyorsunuz?” dedi.
Ben: “tangır tungur bilmem!” dedim. Meğer benim için tuzak hazırlamakta imiş. Ne ise, hocanın (Bediüzzaman'ın) mescidini bastılar. Abdullah Çavuş, Mustafa Çavuş, Sıddık Süleyman ve beni aldılar, nezarete koydular. Diğer bir kaç kişiyi ise, serbest bıraktılar. Sonra bizi Eğridir'e götürdüler. Hem de tarlanın içinde yaya olarak götürdüler. Eğridir de bizi hapishaneye tıktılar. Bizimle hiç kimseyi konuşturmuyorlardı. Başımızda her zaman nöbetçi bekletiyorlardı.
Bir gün “şemî Güneş gel!” dediler. Beni aldılar, götürdüler. Bir albay, bir yarbay, bir de savcı vardı. Savcı bana: “Senin Hocan ne güzel uydurmuş ismini ve soyadını birbirine” dedi. Soracaklarımıza doğru cevab vereceğine yemin et! dedi ve devamla:
“O Kürd'e yüz yirmi beşbin lira para gelmiş, onunla ne kadar malzeme aldınız?” dediler.
Ben kendimi sağırlığa vurdum. “Biz de bezleme diye ekmeğe deriz.” dedim.
Savcı bey kızdı.. Ve “Top tüfek ve endahteyi soruyorum” dedi... “Ne kadar mevcudunuz var?”
Bende bu defa duyarak cevab verdim: “Efendim, Türk hükümeti bir gemi gibidir. Geminin içindeki alet ve edavatı kullanan da sizlersiniz. Onun topu, tüfeği değil, dirliği ve normal bir yaşayışı bile yoktur.” dedim.
Albayın birisi bana sordu: “Senin çoluk çocuğun var mı?”
Vardır dedim.
Doğruyu söylemezsen seni asacaklar dedi.
Ben tekrar evvelki cevabıma dönerek dedim ki:”Bu zat, ancak Kur'ân'ın dellâlıdır. Topa tüfeğe ihtiyacı yoktur. Onun topu da, tüfeği de hep Kur'ân'dır.” dedim.
Hâkim, söze başladı: “Okürd bunları demir gibi mıhlamış. Sır vermezler” dedi. O günü öyle geçti. Bilâhere bizi mahkemeye çıkarttılar.
Mahkeme de bize: “Arapça ezanı kim okudu?” dediler.
Bu defa ben yine sağır numarası yaparak, işitmemiş gibi cevab vermeden durdum.
Hâkim bana dönerek:
”Süleyman senmisin?” dedi
Ben “Hava kış da, bir iki gün evvel geldik” diye cevab verdim.
Hakim: “Senin adın ne?” dedi.
Ben: “ Efendim, ilk günü handa yattık” dedim.
Hakim, hiddet etti: “Bırakın şu budalayı!...” dedi.
Ve ne ise, böylece bizi serbest bıraktılar... Evimize geldik.”
(Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi, 2. Baskı, s: 275.)
Mufassal Tarihçe 2 - 956