İlkokulda eşkıya tipli, ona buna sataşan, zulmeden kimselerin başını çöp kovasına sokar, poposuna vurur, “Tövbe mi? Bir daha yapacak mısın!” derdim. Mahalledeki şergada tipleri bana havale ederlerdi. Ona buna sataşan, yaşça küçük olanların canını yakan bu tipleri önce ikaz eder, dayılanırlarsa, önce kafayı gömer, sonra yumrukla girişirdim. Merhum babamın da sıklıkla hatırladığı şöyle bir hatıram var: Bir gün babam evde iken kapı çalındı. Babam kapıyı açtı. Bir adam, oğlunun elinden tutmuştu. Babama, “Senin oğlan benim oğlanı dövmüş!” dedi. Çocuk dediği benim iki mislim vardı. Babam, “Bizim oğlan nasıl sizin oğlanı döver?” dedi ve beni çağırdı. Adam beni görünce oğluna kızdı. “Bu mu seni dövdü?” dedi. Çocuk, “evet” deyince, bir şaplak indirdi. “Bu işte bir iş var. Gel, çocukları dövüştürelim!” dedi. Babam da, “Dövüştürelim!” dedi. Bütün mahalle bizim sokakta toplanmıştı. Kovboy filmleri gibi, o şikâyetçi adam ve oğlu sokağın alt başına gitti. Babam ve ben üst baştayız. Babalarımız elimizden tutmuş. Babam, tamam! Der demez, ben fırladım. Dövüşte iki taktiğim vardı: Boyu bana denkse önce kafayı gömerdim, dengeyi kaybedince yumrukla girişirdim. Boyu benden uzunsa ayaklarına dalar, yere yatırır, pes ettirinceye kadar pataklardım. O çocuğa da aynı taktiği uyguladım. Bacaklarına daldım, sonra pataklamaya başladım. Çocuğun babası beni kaldırdı, sonra kendi çocuğunu döve döve götürdü. Mahalledeki bütün küçük çocukları döven o çocuk, o andan itibaren kuzu gibi olmuştu.
İlkokulu bitirince İmam Hatip’i gitmiştim. Orada duruldum. Derken bu ülkenin Darü’l-İslâm olduğunu öğrendim. Fıkıh da okuyorduk. Ayrıca ilim ehlinden temel dini bilgiler dersi alıyorduk. Darü’l-İslâm’da kılıç çekilmezdi. Kardeş kardeşi vurmazdı. Devletin güvenlik güçleri vardı, adalet teşkilatı vardı. Haksızlık ve zulüm olduğunda devletin bu kuruluşlarına müracaat edilmeliydi.
Kanımızda haksızlığa ve zulme karşı oluş var. Kâfirlerin, zalimlerin Müslümanlara yaptıkları çok zorumuza gidiyordu. Cihad farz-ı kifaye veya farz-ı ayn olduğunda bunlarla hesaplaşmalıyız, diye düşünüyorduk. Onun için judo, boks, güreş çalışmaya başladık. Hep hayal ediyorduk, “Şu kâfirlerle bir kapışsak, yakın dövüşte on kişiyi haklayabiliriz!” diye düşünüyorduk. Farz-ı kifaye olan cihad, beynelmilel zalimlere dersini vermek, şüphesiz devletin işi.
Çocuklarıma ve şimdi de torunlarıma şu dersi veriyorum: “Cihad için gerekli eğitimi alın. Bunun kâfirlere karşı uygulanacağını unutmayın. Burası Darü’l-İslâm’dır. Burada kavga, gürültü olmaz. Bir haksızlık ve zulümle karşılaştığınızda, emniyet mensuplarına müracaat ediniz. Allah göstermesin, öyle bir durumda bir iki dakikada olaya müdahale ederler ve zâlime dur derler. Bu İslâm diyarında haksızlığı ve zulmü kaba kuvvetle ortadan kaldırmaya kalkışmayın, yoksa anarşi çıkar, kargaşa olur.”
Allah zâlime çattırmasın ve karşımıza öylelerini çıkartmasın. Sevgili Peygamberimiz (asm), “Cihadın en faziletlisi, zâlim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizi, Fiten 13) Bir başka hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm); “İnsanlar zalimi görürler de duyarsız kalır, onun zulmüne mani olmazlarsa, hiç şüphe yok ki Allah’ın azabı herkesi kuşatır.” (Tirmizi, Tefsir, 5) buyurmuştur.
İnsan haksızlıkla ve zulümle karşılaştığında ve zulmü tedai ettiren bir icraat gördüğünde, usulünce itiraz etmeli, ilgili mercilere başvurmalı, tepkisini dile getirmelidir. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” sözü halkımızın dilinde pelesenk olmuştur.
Müslüman, haksızlık ve zulüm karşısında duyarsız kalamaz. Darü’l-İslâm’da haksızlık ve zulme karşı çıkmanın yolları bellidir. Bunlardan bahsettik. Müslüman, yaşadığı Darü’l-İslâm’da haksızlık ve zulüm karşısında duyarsız kalmadığı gibi başka İslâm beldelerindeki haksızlık ve zulme de duyarsız kalamaz. Mesela İsrail’in Gazze’de, Filistin’de ve Kudüs-ü Şerif’te yaptıklarına nasıl duyarsız kalınır? Müslüman, İskoçya’nın Celtic futbol takımı taraftarı kadar da mı olamıyor? Olamıyorsa, yuh olsun onun kalıbına!..