Kadim münevverler, "ettekraru ahsen, velev kane yüzseksen" gibi bir galatı meşhurla, mutlaka denmesi gereken bir hakikatın ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, hiçbir zaman lüzumsuz olmadığını açıklamak istemişlerdir.
Anlata anlata, söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. Dostça, ikna metoduyla izah ettik; dudak kıvrılma bir yana, bir de ima yollu tahkir edildik.
Bunu yapanlar, eğer zihin dünyamızın düşmanları olsaydı, üzerinde durmazdık bile... Risale-i Nur'u okumayı zül (!) - veya İslami bakımdan usul dışı telakki ettirilmiş- ve Üstad Bediüzzaman'ın, "dindar kuvvetlerle el ele vermek benim için ulvi bir vazifedir" buyurduğu -kimi- DİNİ-DAR gruplar maalesef...
Efendim ne imiş, ne imiş; bir iki tane "Eski Said" devri eserini gözucu ile okuyup onun derununa inmeyip, aynı manadaki risale metinlerini tahlil usulüyle mukayese etmeden; kendi "mahsulat-ı fikriyeleri"nin, yani yazdıklarının Nur risalelerinden az satmasının önünde büyük bir engel gördükleri Risale-i Nurları çürütmek için iftira yolunu seçmekteler.
Üstad'ın hayatının hiç bir döneminde, mabeyn paşasına, yani yaveri Şefik Paşa'ya "Medresetüzzehra" fakültesinin KURULUŞ dilekçesini vermenin dışında, bir münasebeti olmamıştır Sultan Abdulhamid'le. Münasebeti olmadığı birini devirdiğini söylemek ise hem akıl ve mantığa aykırıdır hem de ondan sonra başlayan HAKİKİ İSTİBDATLARI temize çıkarma ameliyesidir.
Abdulhamit'in tahttan indirilmesiyle neticelenen, ayrıca Derviş Vahdeti prokasyonuyla, İstanbul'a getirilen Selanik Hareket Ordusu Komutanını (!) temize çıkarıp tebrie etmek gibi bir anlayışla, ağzı dili olmayan bir rahmetliye, yani Bediüzzaman Said Nursi'ye, VUR ABALIYA diyorlar.
Son zamanlarda bu meseleyi kaşımaya çalışanlar daha çok çıkmaya başladı. Tesbitime göre bu nevi hücumlar, hem düşman tarafından hem de "siyasetli cemaatlar" tarafından Risale-i Nur camialarının hem içtimai hem de asayiş bakımından menfi tarafa yönlendirilememesi; bilhassa FETÖ ve radikal kafalarca "meşru' ve mümkün hükumete" (Münazarat) cephe aldıramamaları sebebiyledir.
Bu yapıcı hareketin kaynağını Üstad ve Risale-i Nur olarak gördüklerinden, Bediüzzaman'dan cımbızla seçip bağlamından kopardıkları birkaç cümle ile -aslında- KOCA BİR CAMİAYI töhmet altında bırakıp, cemaat olarak sanki sadece bugünden itibaren bir tarihe sahipmişiz gibi; "yer garibi"mişiz gibi bu provakeye geleceğimizi düşünüyorlar!
Maalesef bazı TIFIL mollalar, Bediüzzaman’ı da, Abdülhamid muhalifleri ve muarızları arasında saymakla kalmamış; temelsiz bazı dayanaklar da zikrederek milleti ucuz gayelerine alet edip UYDURUK, kes-kopyala-yapıştır ve tercüme neşriyatlarını aldıramamış, RANT KAPILARI kapanmıştır.
Bu şekilde yaygınlaştırılan videolar; sanki mutlak bir delilmiş gibi üç beş ve az buçuk fert sayısındaki grupçuğu etkilemekte; onları büyük bir hizmet banisini "kerih" görmek gibi VEBALE atmaktadır.
Bu sebeple konuyu yeniden kaynaklarıyla ele almak istedim. Bu iddia sahipleri, Bediüzzaman ve Mehmet Âkif gibi İslam alimlerinin meşru' dairedeki ŞER'İ hürriyeti dava edinmişlerdir. (Selanik Hürriyet Meydanındaki HÜRRİYETE HİTAP Nutku) Bu nutuk özgürlük diye değil, EY HÜRRİYET-İ ŞER'İ diye başlar) Bu nevi İSLAMDA OLMAYAN SALTANATA karşı, dindar bir meşrutiyeti isteme durumu ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırıyorlar; belki bilerek, belki bilmeden. Kimsenin kalbini yarma gibi bir vazifemiz yok nihayetinde.
Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiyye Teşkilâtını ve Paşaların; Sefik Paşa ve avanelerinin zamanlarındaki baskı idaresini tenkit etmişler ve Abdülhamid’in kurduğu hükümetlerin, bazen istibdat denebilecek faaliyetlerini tenkit eylemişlerdir.
Ancak Abdülhamid’in de devletin devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idare sisteminin her yönüyle meclis-i şûrâ esaslarına uygundur demek mümkün değildir. Üstad, Abdulhamid'in bu istibdadını, 1910'dan sonra, "Abdulhamid'in mecbur kaldığı istibdad" diyerek MAZUR DA GÖRMÜŞTÜR.
Özellikle Bediüzzaman ile ilgili iddialara gelince, Bediüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetlemekte yarar vardır: 1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanından evvel söylediği bir nutkunda, Sultân Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makalede ise ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarfet. Ta ki, bi’atın manası gerçekleşsin. Meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Zebaniler gibi hafiyeler yerine rahmet melekleri olan âlimlerle doldur; Yıldız’ı Dârül-Fünûn gibi yap.”
Bediüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira BEDİUZZAMAN'a göre o şefkatli bir sultândır.
Başka bir eserinde de, Abdülhamid’in şahsî idaresini anlatırken, “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd” ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemal’in Abdülhamid’i tenkit ettiği Hürriyet kasidesini değerlendiren Bediüzzaman, 1930’lu yılların idaresini kastederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir:
“Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın, yani Abdülhamid’in yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün; 'Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet/ Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.”
1952 yılında bazı kimseler, Bediüzzaman’ın sanki İttihatçıları destekleyerek Sultân Abdülhamid’e muhalif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:
“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez.
2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idaresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcıların zulmü için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur:
“Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.”
3) Hürriyet, İslâmî terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur.
4) Abdülhamid’in, yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayı’nda manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle, bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir.
5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.”
O halde başta Bediüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvâsı hazırladıkları şeklindeki iddialar tamamen iftiradır, doğru değildir. Fetvâyı zamanın Fetvâ Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Zıyâaddin Efendi imzalamıştır.
Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultân Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu zikredilmiştir ki, tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dinî kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dinî kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hazinesini israf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir padişaha bunu isnad etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur.
(1) Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 618-619; Büyük Türkiye Tarihi, c. VII, sh. 231-233 (Bu konuyu bütün ayrıntılarıyla bu eserlerde bulmak mümkündür)
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “II. Sultân Abdülhamid’in Hal’i ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar, sh. 705-748
Badıllı, Tarihçe-i Hayat, c. I, sh. 176-184; Bediüzzaman Said Nursi, Âsâr-ı Bedi’iyye, sh. 312, 376, 361, 364, 408, 462; Müntehab Dosya, sh. 56 (Badıllı’dan naklen)
**Muvaffak Benil-Merce, Es-Sultân Abdül-Hamid, Kuveyt 1984, sh. 410 (B