Uzun bir yürüyüşün ardından nihayet Fakültedeydi. Giriş, koridor ve kantin önündeki insanlar lebaleb. Ruhu ruhuna yakın, hatta dost bir arkadaşla ayaküstü sohbet ediyor.
Bir amfide yan kürsü “Umumi Türk Tarihi” dersini takip edişi ve öğleden hemen önce küçük lahmacuncuda ekonomik bir atıştırma...
Bayezıd Camiindeki namazın ardından hedefi yine fakültedeki dersi. Bu sefer esas ders kürsüsü olan ve apayrı bir kararına yardım edecek derslerden biri var. Takip edip hocayı kızdıracak sualinden sonra dersten ve okuldan ayrılışı.
“Bütün meseleleri bir yana atarak Zeki’nin okul meselesini halletmeliyim önce; umudum yok ama peder taa Almanyalardan aradı bu iş olsun diye. Emir büyük yerden.” Ama, tam bir girişimde bulunmadan önce mezun olmaya iki ay kalmış olan hemşerisiyle meseleyi “istişare” etmesi lüzumdan da öte. Bildiği ve kabul ettiği kadarıyla;
“İstanbul’un kurdudur o.”
Başka bir sebepten dolayı da altı yaş küçüğü Zeki’nin bu şah şehirde liseye başlamas konusunu öğrenince, kendisinden beter bir istekle dolacağı tahmininde..."Belki de kemali hahişle...”
Düşündüğü gibi de oldu elbet.
“Bir bakalım hele,”dedi; “bildiğin gibi Gençlik Teşkilatı’nın başkanıyım ayrıca. Bize, yaşı ne olursa olsun genç beyin ve zihinler çok gerekli. Gayretli ve hareketli olursa daha iyi tabii. Memlekete geldiğimde, bir yaz görmüştüm onu. Daha çocuktu. Babanla izine gelmişti galiba...”
Ona, “Tıraşı kes de neticeye gel ağabey.” diyemedi elbet; böyle, ele aldığı mevzuyu uzatarak anlatmayı seven hemşehrisine karşı biriken aksulameli bazen bu şekilde -telapati benzeri halle- aleminde patlıyordu.
Nihayet “hutbe”sini tamamladı; o söylem çok tenkit ettiği bir siyasinin konuşma tarzını andırıyordu ama o, bunun farkında bile değildi.
Mesela burun akıntısından bahsetsen, ana rahmindeki gelişmeden sonra oluşabilecek semptomlardan başlar, ta çocukluğa iner, peyderpey ilerleyerek insanı sorduğuna pişman ederdi. Moral değerler noktasındaki hitabe tarzı da aynıydı elbet.
“Dediklerim sence de doğru değil mi?” diyerek ona bakınca maziden koptu Ahmet Nureddin.
“Elbette öyle.” demekten başka yapabileceği ne vardı kafa ütülemesini kesmek için. “Lise tahsilini bu şehirde, kontrolümüz altında yapması, bizi bilemem ama en azından kendisi için hayırlı olabilir.”
***
Fatih semtindeki Gençlik Teşkilatı’nın idare odasındaydılar. Burası, Teşkilat’ın meskun bulunduğu dairenin dibine düştüğünden, pencerelerinden sadece arka sokaktaki sıvaları zamanın dişleriyle kararmış evleri ve envaitürlü esnaflığın yapıldığı dükkanların harap çatıları görünüyor, acayip şekilde iç karartıyordu.
Hemşehrisi tıpçı ve Taşkilat Başkanı:
“Meselenin halli için ne yapabiliriz, bir düşünelim.” diye kasılıp bir süre düşünme aralığı kazandı.
“Veya...”
Ahmet Nureddin:
“ Eğitim seviyesi yüksek liselerden birinin müdürünü etkileyecek bir tanıdık yok mu?” diye sordu bu sefer.
Birazdan, düşünüyormuş gibi yapan hemşerisinin yüzü aydınlandı. “Karataş Lisesi Müdürü.” dedi. “ Sözkonusu müdür, bir diğer müdürle mesai arkadaşlığı yapmış. Onu araya koyarsak...”
“ İş biter mi?”
“O tanıdığın kanalıyla girersek olmayacak gibi denilen nakili, kısmetse oldururuz.”
“İnşaallah, hayırlısıyla...” diye hatırlattı Ahmet Nureddin.
Müsaade isteyip kalktı, Gazete’ye uğramalıydı bir. İlk kayıt için geldiğinde şehre, Gazete’de tanıştığı ve isim kökleri aynı olduğundan kendisine “adaş” diye seslenen Nuri’yi görüp sohbet etmeliydi.
“Akşam ezanının okunması için vakit daraldı ama...” diye düşünüp, “akşamı Nuruosmaniye’de kılarım artık.” diye noktaladı murakabesini.
***
Binanın zemin katında, Gazete’nin diğer “birim”lerine tırmanan merdiveninin hemen yanındaki girişle varılan çayhaneye, tuhaf bir çekingenlik hissiyle sokulduğunda, adaşının ortalığı toplamaya başlamış olduğunu fark etti.
Selam verdi geç geldiği hicabıyla. Nuri, onu görünce o tebessümlü ve mert çizgilerin oynaştığı yüzüyle, önce selamını aldı. Sonra da silgi bezini tezgaha bırakarak kollarını genişçe açtı.
“ Hoş geldin adaş. Geç oldu ama temiz oldu. Bina kısmen boşaldı; ikide bir çay isteyen kalmadı. Geniş geniş dertleşiriz.”
Yer gösterilmeden karşıdaki peykeye yığılırken Bayezıd’a dolmuşla gelip, önce Kapalıçarşı’nın ışıltılı kuyumcularını geçip, tarih kokan turistik antika satış bölümünden ilerleyip, Nuruosmaniye Kapısından yürüyüp Gazete’ye kadar taban tepmesiyle üzerinde biriken yorgunluğu derin soluklanmalarla dindirmeye çalışıyordu.
Teneffüsünü derinleştirip merhale merhale sakinleşti. Diğer yandan buraya çok zaman geldiğinde bulduğu çayın dem kokusunu alma gücü, sonunda teslimisilah etti.
“Kokusunu alamıyorum ama. en azından bana bir bardak çayın kalmıştır inşaallah.” diye sızlandı. Menfi cevap alabilir kaygısıyla müstenkifdi bir parça.
“Şu dediğine bak adaş; olmasa da sana yeniden demlerdim azizim.” dedikten sonra sıcak ve taze kalmış çay doldurdu iki ince belliye, sonra da kendisine uzatıp karşısına bir sandalye çekti.
“Okulda ne var ne yok?” diye sordu. Her zamanki gibi işte, derken; Teşkilat Başkanı tıpçının, “adaş”ını da Gazete’de işe yerleştirdiğini hatırlayıp, ikide bir “ Ne var ne çok...” deyişini andı. “Yok” ve “çok” farkının ağız değişikliğinden geldiği kararına vardı birazdan. Cevap vermediğini anlayarak ve ifadesini yumuşatarak:
“Her zamanki gayret ve çalışmalar işte."dedi. "Biliyorsun, ilk yılda temel usuller gösteriliyor. Tabii nazari olarak... Notlar alıp evde temize çekerken dolayısıyla çalışmış da oluyorum. Kürsü Başkanımız, okumamız için bir kitap listesi verdi bize. İmtihanı, kendi ilmi ve tahlili kitaplarından yapacağını buyurdu.”
Bıyıkaltından gülümsedi Nuri:
“Bu istekte kitaplarının çok satmasını arzulayan bir şeyler var gibi...” dedi.
“Orasını bilemem ama kendi bölümüm ve kararlı olduğum gazetecilik sahası için oldukça aydınlatıcı malumatlar, metod ve tahliller mevcut birader. Biraz da senden bahsedelim. Sahi, ne yapıyorsun.”
Eliyle bir kararlılık işareti yaptı.
“Bu yılki Üniversite Sınavında iş tamam,” dedi; “ Senin okulunda tahsil kararımı hayata geçiriyorum.”
Çayımı yudumlarken, ilk yazısını Gazete’de okuyunca, Anadolu’yu hatırlatıp hikayelerimde o yöne dönüşündeki tesirini hatırladı Nuri’nin. Sonraki yıllarda ise Edebiyat eğitimi ile atlayacağı belağat merhalelerini düşündü.
Akşam Ezanını duyup “Azizallah” diye iç geçirdi Ahmet Nureddin.