İşte o saray şu âlemdir (kainattır) ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş (aydınlatılmış) gökyüzüdür.
Tabanı ise, şarktan garba (doğudan batıya) gûnâgûn (türlü türlü, renk, renk) çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.
O melik (sultan, hükümdar) ise, ezel-ebed sultanı olan
(başlangıcı ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı sürekli devam eden bir sultan)
bir Zât-ı Mukaddestir
(her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah’dır) ki,
yedi kat semâvât ve arz (gökleri ve yeri) ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla (özel dillerle)
o Zâtı takdis edip
(Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutup)
tesbih ediyorlar
(Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anıyorlar).
Hem öyle bir Melik-i Kadîr
(sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah) ki,
semâvât ve arzı altı günde yaratarak,
Arş-ı Rububiyetinde
(Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yerde) durup,
gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat (çizgi) gibi birbiri arkası sıra döndürüp
kâinat sahifesinde âyâtını yazan (yarattıkları her şeyde ayetlerini, delillerini yazan) ve
güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar
(boyun eğen),
zîhaşmet (görkem, heybet) ve
zîkudret (güç, kuvvet) sahibidir.
KÂİNATIN İCADININ SEBEBİ
On Dokuzuncu Mektup, On Dokuzuncu Nükteli İşaret, Altıncı Esasda bakınız bu öğretmenimizin varlığı, nelerin var olmasına sebep olmuştur:
Altıncı Esas: Hem o melek, cinn ve beşerin seyyidi (insanlığın efendisi) olan zât,
şu kâinat ağacının en münevver
(aydınlanmış) ve
mükemmel meyvesi ve
rahmet-i İlahiyenin (Allah’ın rahmet, merhamet ve şefkatinin) timsali (numunesi) ve
muhabbet-i Rabbaniyenin (Allah’ın mahlukatı sevmesinin) misali (örneği) ve
Hakk’ın en münevver bürhanı
(her şeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah’ın en nurlu delili) ve
hakikatın (gerçeğin) en parlak siracı (lambası) ve
tılsım-ı kâinatın miftahı
(yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sırrın anahtarı) ve
muamma-yı hilkatin keşşafı
(yaratılıştaki sır ve gizliliklerin açığa çıkarıcısı) ve
hikmet-i âlemin şârihi
(âlemin, kainatin yaratılış gayesini şerh eden, açıklayan) ve
saltanat-ı İlahiyenin dellâlı
(Allah’ın saltanatını, egemenliğini ilan eden) ve
mehasin-i san’at-ı Rabbaniyenin vassafı (Rab olan Allah’a ait san’at güzellikleri
herşeyin vasıf ve özelliklerini bilen ve bildiren) ve
câmiiyet-i istidad cihetiyle
(kabiliyetin kapsamlılığı yönüyle)
o zât, mevcudattaki kemalâtın en mükemmel enmuzecidir
(varlıklardaki faziletlerin en kâmil misalidir).
Öyle ise o zâtın şu evsafı (özellikleri) ve şahsiyet-i maneviyesi (manevi şahsiyeti) işaret eder, belki gösterir ki;
o zât, kâinatın illet-i gaiyesidir
(asıl gayesidir, amacıdır).
Yani o zâta şu kâinatın Hâlıkı
(kainatın yaratanı) bakmış,
kâinatı halketmiştir
(bütün yaratılan şeyleri yaratmıştır).
Eğer onu icad etmeseydi
(var etmeseydi, yoktan yaratmasaydı), kâinatı dahi icad etmezdi
(yaratmazdı) denilebilir.
Evet cinn ü inse getirdiği hakaik-i Kur’aniye (Kur’ân’ın hakikatleri, gerçekleri) ve
envâr-ı imaniye (iman nurları) ve
zâtında görünen ahlâk-ı âliye
(üstün ahlâk) ve
kemalât-ı samiye
(yüksek ahlâk ve faziletler),
şu hakikata şahid-i katı’dır
(gerçeğe kesin şahiddir).( Mektubat – 278)
Evet Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan
asırları,
meşrebleri (metotları),
meslekleri muhtelif olan
enbiyanın (peygamberlerin),
evliyanın (velilerin),
muvahhidinin (Allah’ın birliğine inananların) kitablarının sırr-ı icma'ını câmi'dir (kitaplarının farklı şeylerini bir araya toplama sırrına sahiptir).
Yani bütün o ehl-i kalb ve akıl,
(kalben ve aklen terakkide bulunanlar)
Kur'an-ı Hakîm'in mücmel ahkâmını
(kısa hükümlerini) ve
esasatını tasdik eder bir surette,
o esasatı (temelleri) kitablarında zikredip kabul etmişler.
Demek onlar, Kur'an şecere-i semavîsinin (mukaddes Kur’ân ağacının) kökleri hükmündedirler. (Mektubat – 271)