Müslümanların Kur’ân'ı Anlamadaki Kusurları
Kur’ân'ın Değişmezliği ve Müslümanların Anlayış Sorunları
Kur’ân, ilk defa Hz. Resulullah tarafından tebliğ edildiği gibi, taptaze ve canlı olarak kalmıştır. Zaman geçtikçe Kur’ân gençleşirken, Müslümanların İslâm'ı anlama ve Allah'a itaati konusunda eksiklikler yaşanmıştır. Müslümanlar, Kur’ân’daki Allah’ın ayetlerini ya tam olarak anlamamışlar ya da anladıkları halde Allah’a samimiyetle itaat etmemişlerdir. Eğer tam olarak anlayıp Allah’ın hükümlerine ihlâsla uysalardı, her asır bir "Asr-ı Saadet" olmalıydı. Ancak, tarih ve günümüz İslâm dünyasının perişan hali, bunun yerine "Asr-ı Şekâvet" yaşandığını göstermektedir.
Kur’ân’ın Şifâ ve Çare Sunması
Allah, “Bu Kur’ân müminlere şifa verir, zalimlerin de zararını artırır” diyor (İsra, 82). Kur’ân, maddi ve manevi hastalıklara, dertlere şifa ve çare sunar. Peki, Müslümanlar ne yapıyor? Müslümanlar, çalışmak, üretmek yerine tembelliği, miskinliği ve dilenmeyi tercih ediyorlar. Bu tembelliklerine de “tevekkül” diyerek İslâm’a iftira atmıyorlar mı? Müslüman ülkeler eğer çalışıp üretselerdi, “kafir” dedikleri AB ülkelerine, ABD’ye ve IMF’ye el açarlar mıydı?
İsraf ve Müslümanların Tutumu
Allah, “Yeyin, için, ama israf etmeyin” diyor (A'raf, 31). Ancak Müslüman idareciler ve zenginler, “itibardan tasarruf olmaz” diyerek israfın âlâsını yapıyorlar. Lüks ve debdebe içinde yaşarken, halkın çoğunluğu yoksullukla boğuşuyor. Bu, Allah’ın haram kıldığı israfı “itibar” olarak adlandırmak değil midir?
İlim ve Cahillik Arasındaki Fark
Allah, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” diyerek, ilme ve ilim adamlarına yüksek bir değer verir ve Müslümanları ilim yapmaya davet eder (Zümer, 9). Ancak Müslümanlar arasında okumamasını bir erdem sayanlar ve “biz cahillerin ferasetine güveniyoruz” diyenler bulunuyor. Oysa ki feraset, bilgi birikimi ile elde edilir ve bu da ancak okumakla mümkündür. Cahillerde ferasetin olduğu nerede görülmüştür?
Hz. Resulullah’a Tam Uyumun Önemi
Müslümanlar, Hz. Resulullah’a da tam olarak biat etmemişlerdir. Eğer Hz. Peygamber’i yegane rehber olarak takip etselerdi, evvela O’nun ahlâkı ile ahlâklanır ve O’nun tavsiyelerini yerine getirirlerdi. Hz. Peygamber, “İki günü eşit olan ziyandadır” demektedir (Acluni, Keşfü’l Hafa, 2/276). Yani, bu gün dünden, bir sonraki gün de bu günden daha verimli, üretken ve gelişmiş olunmazsa, zarar edilmiş olur.
Hz. Peygamber’in “Âlimin mürekkebi, şehidin kanından daha kıymetlidir” hadisi de ilme ve çalışmaya verilen değerin en büyük örneklerinden biridir (Süyuti, Camiü’s Sağir). Müslümanların, hem Allah’ın Kur’ân’daki emirlerine hem de Hz. Resulullah’ın tavsiyelerine uymaları, İslâm’ın altın çağını yaşadıkları dönemlerde mümkün olmuştur.
Sonuç
Orta çağda, Müslüman bilim insanları, Batı dünyasının karanlığını aydınlatmışlardır. Ancak, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra, Hristiyan dünyası, bağnaz skolastik kilisenin hegemonyasından kurtularak Rönesans’ı başlatmış ve İslâm’ın altın çağını Batı’da aydınlanma çağına evirmiştir.