Gözünü ebediyetin ufkuna diken bir yolcu daha bu alemden göçtü.
Değerli dostumuz Ali Murat Duman beyin validesi rahmeti rahmana kavuştu.
Her ölüm hadisesi bize yolcu olduğumuzu yakından hissettiriyor.
Neler bıraktık geride, bizden ne kalacak son nefeste? Ardımızdan neler söylenecek, nasıl hatırlanacağız acaba ve ölümün eşiğinden geçtiğimizde nelerle karşılaşacağız? Asıl soru bu değil mi?
Bir yakınımızın vefatı üzerine taziye meclisinde bir sohbet olmuştu. Onu hatırladım
Merhumeye rahmet duası olmak üzere buraya almak istedim.
Bir yakınımızın ani vefatı üzerine taziye evindeyiz. Mecliste sürekli gündem olan konu hayatın fani olduğu.
Ancak insanın beka ve sonsuzluk için yaratıldığı ve dünyanın misafirhane olduğu gerçeği nazara verilmiyordu. Ölümün bir terhis ve dünya meşakkatinden paydos ve tüm dostların toplandığı sonsuz aleme sevkiyat olduğu dile gelmiyordu. Anlatılanlar çok kısır kalıyordu.
Gerçeğe bakılırsa hepimiz dünya denilen bir misafirhanedeyiz.Ama burası asli vatan değil. Tahsile gelmişiz. İstidatlarımızı açmakla mükellefiz..
Yani yabancı bir diyardayız ve bir seyahattayız. Burası asli ve asıl vatan ve memleketimiz değil
diyerek araya girdim.
Birisi sordu:
Peki asli vatanımız neresi?
Şu cevabı verdim:
Dedemiz ADEM ve anne annemiz HAVVA da oradan geldiğine göre ana vatan ve asli memleketimiz Cennet.
Asıl vatanımız Cennet olduğunu unutmuş görünüyoruz. Cennete göre tasarlandığımız şuradan belli ki; elemsiz saadet yurdu ve sonsuz mutluluk diyarını arzu ediyoruz. Sonsuz isteklerimiz var. Halbuki dünyada isteklerimizin çok azı karşılanabiliyor. Çoğu kere ızdıraplı bir hayat içinde kalıyoruz.
Dünyaya ne için geldiğimiz belli. İhtiyaçların peşinde koşmak için gelmedik.
Her yaptığımız ve tercihlerimiz aslında bir sınav. Yeteneklerimiz bu sayede neşvünema buluyor, insani istidatlarım inkişaf ediyor. Bunun için ciddi sınavlarla karşılaşıyoruz. Her bir sıkıntılı hali aştığımızda kendimizi daha iyi tanıyoruz. Böylece mertebe alıyoruz. Her sıkıntı ve tecrübe bizi bir tık daha yukarı taşıyor.
Misafirliğe gittiğimizde bize ne kadar güzel ikram ve izzette bulunulsa da daimi olarak orada kalmak istemeyiz Yada başka bir ülkeye tatile çıktığınız halde tatil evimiz ne kadar harika olursa olsun, orada kalmayı düşünmeyiz.
Konforumuz ne kadar yerinde olursa olsun; yemekler ne kadar lezzetli, tesisler ne kadar muhteşem olsa da üç beş haftadan sonra usanç başlayacaktır.
Oteller ve tatil yerleri geçici kalmak için tasarlanmış yerlerdir.
Keza misafirliğe gittiğimiz yerde de sürekli kalmıyoruz. Ev sahibinin izni olmadan evin diğer bölmelerine gidemiyoruz. Ev sahibinin bazı eşyaları hoşumuza gitse de onlara göz dikemeyiz. Kendimizin gibi kullanamaz ve sahip çıkamayız.
Şurası da çok açıkki akıl almaz mucizelerine ve güzelliklerine rağmen dünya sonsuz istek ve arzularımıza cevap vermiyor. Bu itibarla dünya son derece kısıtlı bir hapishane gibi.
Bu sohbete ortak olan diğer dinleyici birisi aradığını bulmuş gibi atıldı:
Demekki ölümle dünya hapishanesinden kurtuluyoruz. Bizim için ölüm özgürlük anlamına geliyor. O halde ölümden niçin korkuyoruz? Demekki ölümün hakikatını bilmiyoruz.
Bu katkı hoşuma gitmişti. Tam da bunu anlatmaya çalışıyorduk. Şöyle devam ettim:
Ölümsüz ve ayrılığın olmadığı, üzüntüsüz veya depresyonsuz bir dünya hayal ediyoruz. İşte öyle bir dünya var. Orası bizim asli vatanımız: Cennet...
Bu dünyanın geçici olarak tasarlandığı zaten belli. Sadece biz değil, yapraklar bile güz gelince dalından kopuyor. Canlı olup da ölümün pençesinden kurtulan yok.
.
Gerçek şu ki, her halukarda asli vatana dönmemiz gerekiyor. Buradaki ömrümüz süresiz uzatılabilseydi bile, sonunda o kadar yaşlanmış olacaktık ki etrafımızdaki gençler de bizden sıkılacaktı. Dedem, dedemin dedesi, onun dedesinin hayatta olduğunu düşünelim. Ölüm için adeta yalvaracaktık.
Asıl vatan olan cennete döneceğiz ama şartları da olmalı. Misafir olduğumuz 'otele' özenli ve saygılı davranmak gerekiyor. Bizleri aziz bir misafir olarak ikramların en güzel ve çeşidi ile ağırlayan Mülk ve Ev Sahibini tanımak ve ona saygı göstermek şart.
Kaidelere uymaz da otele/misafirhaneye zarar verirsek döndüğümüzde ödemek zorunda kalacağımız bir sürü fatura ile karşılaşabiliriz. Envaı türlü, yiyecekler ve içecekler ve bize emanet edilen organ ve azalar bir yana, Güneşin ve havanın da faturaları ile karşılaşacağımızı biliyoruz. Şükür ibadetinde bulundun mu diye soruları önümüzde bulacağımız da belli
.
Sohbet sonraki sorularla bu minvalde devam etti.
Bu sohbet sonunda ölümün ve hayatın hakikatı bir nebze de osa anlaşılmış olmalı ki, yüzlerdeki endişe ve korku yerini huzura ve memnuniyete vermişti.
şöyle devam ettim.
İnsan sürekli dünya misafirhanesine yerleşmeye kalkıyor ve misafirhanedeki "mallara" bağlanıyor.
Ölümü de kendisinden hep uzak zanneder. Oysa hiçbir zaman uzak olmadı ölüm bizden ve hiçbir insanı da unutmadı bu dünyada. Ölüm bizi yakaladığında ne de çok yapacak işimiz ve planlarımız projelerimiz vardı değil mi?
Bir evden diğer eve taşınmak bile bazen günler alıyor. Halbuki ölen insan ne kadar çabuk da yolcu ediliyor.
Bir ülkeden diğer bir ülkeye giderken nasıl pasaport gerekliyse, dünyadan ahirete geçerken de iman pasaportunu sağlam elde etmek gerekiyor. İman pasaportu olmadan ebedî saadete ve cennete gidilmiyor.
Hayatın yolları, ölüme çıkıyor. Bu hayat, ebediyete akıyor. İnsan her gün adım adım oraya doğru gittiğini gördüğü hâlde, yine unutuyor ve yine hazırlıksız yakalanıyor ölüme. Her insan öleceğini bildiği hâlde, ne zaman öleceğini bilemediğinden, ölüm gizemli kalıyor hep. Bu dünyada ölümsüzlük yok. Ölümsüzlük ancak ahrette. İnsanın ölüm karşısındaki âcizliği ve hayreti hiç bitmeyecek ve bu konudaki sorular sadece ve sadece onun Allah’a ve ahirete olan imanı ile çözülecektir.
Ölüm karşısında herkes bir. Sultan ile dilenci bir. İmtiyazlı hiç kimse yok. Her fânî, doğduğu gibi ölecek de… Nüfusta kaydı olmasa bile, hiçbir ülkenin vatandaşı olmasa bile, yaşayan, nefes alan herkes Allah’ın kuludur. Vakti geldiğinde ölüm onu bulur. Hayatı veren Allah olduğu gibi, ölümü veren de O’dur.