Yazdı bu gelen; her zamanki gibi elini kolunu sallamadan aniden abanmıştı muhite. Davetsiz bir misafir gibi, bahar hülyalarının tadına henüz varmadan rehavet verici mevsim aniden baskın vermişti. Hava, dehşet verici bir hâl ile kavrulan bir fırın içi gibi sıcak ve yörede yapılan iki barajdan rutubet kokuyordu.
Yazıhane diye kullandığı kimseye kiraya verilmemiş baba evi, odanın köşelerindeki biri masaüstü, biri ayaklı iki vantilatör bulunmasaydı eğer, dayanması ve bu sıcakta, ter dökerek yazılı çalışmasını “tashih” etmesi imkânsız hâle girerdi.
Buram buram terleyen iklim ve iklimler, zihin; hatta bedenlerdeki isteksiz hisleri, köpüklenen Fırat akıntıları gibi gitgide arttırıyor, o günleri alabildiğine sündürüyor, bir yerlerden sarkıtıyordu.
Elindeki saman kâğıdı kitap taslağını ardı ardına devirirken bir yandan da düşünüyordu:
“Eğer neşretmeye niyetli olmasalar, çalışmayı hahişle beklediklerini belirtmeseler, onu tefrika etmeye can attıklarını demeseler de bu, insanı bir buhurdan gibi yakalyıp kavrayan ısı deryasından, Irmak kıyısındaki gölgelikleri bir saye gibi üzerime çekerdim.”
Sahifeleri çevirip cümle altlarını kalınca çizer, yanlarına ekleme ve izahlar çıkarırken bir yandan da telefonun çalmasını bekliyor; beş günden beri sürüp giden kitap yayınlama bağlantısının şöyle yahut böyle, bir neticeye bağlanmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Kitap taslağını nihayete erdirme niyetiyle kafası zonkluyor, çatlayacak gibi oluyordu. Satırları didikleyen, imlasını düzeltirken kelimeleri temyiz gayretiyle seyreden gözleri nihayetsiz yorgundu.
“İstikbal kim bilir, kimler bilir ne doğuşlara teşnedir. Bunu şimdiden hesaplama arzusu, akıntıya karşı kürek çekmekle eştir. Kafesten kurtulan panter fikirlerde makes bulan aydınlıkların, fecir ve doğuşların adı ise hiç bir zaman haddini bilmemek olamazdı.
Asla ve kat’a!..”
Pek beğenmese de kocaman bir ünlem ile çalışmasını nihayete erdirdiğinden -yine de- yüreğinde bir inşirah hissetti. İradesizce fışkıran kelimelere eklenmiş kocaman bir esneyiş ve gerinmenin ardından, kendine ani bir çekidüzen verip rehavetten uyandı. Gözleri altında peyda olmuş torbacıkları ovaladıysa da bunu kuru kuruya yapmanın beyhude olduğunu anlayarak elleri masaya yönelip, masasının sağ köşesinde hızlıca trampet çalmaya durdu.
Anlaşılan canı müthiş sıkılmış; bu “intizar”; bekleme ve beklenme ruhunda helezonik tezat girdapları açmıştı. Kapı zili bir imdat kolunun çekilmesiyle şimendifer vagonlarının birbiri üzerine abanıp tekerlerinden kıvılcımlar çıkararsk ilerleyişine ara vermesi gibi, içindeki bıkkın latifeleri de soğuttu.
İnsanlık hailesi hayatın yekpare manzarası, ister yokuşta ister düzde, ister ıssız bir çöl veya yemyeşil vahada olsun, hepsi de tamamen farklı, bazen birbirine zıt renklerle bezeli olduğunu az buçuk öğrenmiş sayılırdı Ahmet Nureddin ama yine de bundan tam emin değildi.
Tasdikliyordu gerçi, iç içe yumulmuş, türlü sekir hallerine düşmüş, kendinden geçmiş, her biri bir başka vadiye kaymış hislerden kimisinin bir araya gelmesiyle, envaitürlü renklerin başkalığına yol açan, kiminin de sıradağlardan beter bir bütünlükle elvan elvan ton yakınlıklarını yoklayan bir levn cümbüşünü yakalatmıştı ona belağat ikliminde; ucundan kıyından olsa da. Kapı zili yine ısrarla çaldığında o tarafa meyletmek için hafif ama rahat, dönerli ve yanlıklı sandelyesini kıpırdattı; ardından hararet ve rutubetin verdiği uyuşuklukla yine hareketsizliği seçti; kapıdakine biraz beklemesi gerektiğini söyleyerek...
Askerliğini yapmak üzere, on günlük arayı kullanıyordu. Buraya o yüzden uğramıştı. İlk görev yeri Orta Anadolu ile Ege iklimine yaslı nahiyedeki dört aylık ilk öğretmenlik mesleğini, sudan çıkmış bir balığın karadaki çırpınmalarına benzetiyordu ama bir yığın dostlukları da beraberinde getiren o tecrübe, işin hakikatı, hayatının mühim merhalelerinden biri olmuştu.
Ailesinin tensibiyle, dünya evine girme yolunun ilk basamağını aşmış; memleketinden biriyle, askeri birliğine teslim aralığında, Mart sonunda nişanlanmıştı.
Kimya öğretmeni Adnan ve Türkçe öğretmeni Zeki Bey’in şahsi meslek üslupları içinde ama apayrı kıvamda, birbirine çok çok ırak ufuklara sarkıverseler de aslında aynı noktalara varmayı hedefleyen hikayeleri bir yana, Ahmet Nureddin’in asıl merak ettiği husus bir an önce başka mahalle tayin isteyen Erdem Bey ile Cemil’in sonraki hayatları olmuştu.
Zilin hatırlatması ile bu sefer ölçüsüz bir acelecilik, doğrusu kızgınlıkla yerinden doğruldu. Yan odaya, müsaade alarak öğle uykusuna dalan, uzaktan bir akraba, hatta “kardeş” gibi olan Osman’ın rahatının bozulmamasını temenni etti ve tam o sıada işitilmeye başlanan ikindi ezanının hazin nağmeleri, vicdanının mühim yanlarını ezip kanatmıştı.
Kapıya giderken başı iradesizce pencereye döndü. Beyazdan sarıya dönmüş, ardından turuncuya, sonra da kızıl ufuklara el edecek değişimler... Zihnindeki garipsi mekanlara, hatta durumlara, belki de bilinmez tavırlara merakından mıydı bu seziş; gerçeğin ta kendisiydi. Ya da hummalı, alelacayip sıcakların oynadığı bir oyundu hayal dünyasında.
O veya bu; ne fark ederdi. Zilin tekrarlanan ısrarına karşı,
“Patlama birader, geldim işte.” demeyi çok isterdi ama ya gelen bir yabancıysa?
-Geliyorum hemen.
Derin soluklanmalarla gözlerindeki turuncu halkalanmalar bile üzerine çöken yeis sisinin kıvrık bir yerinden kavrayıp sıyırmıştı.
Osman gibi Kerami’nin tanıştıklarından bihaberdi. Çok güzel bir denk düşmeyle Van’da karşılaşmışlardı. Hayat böyleydi işte; hiç ummadık anlarda kişileri “refik” haline getirirdi de kişiye sadece,
“Vay be!” demek mi düşerdi?
Belki...