Dönemin çocukları ilk okul dördüncü sınıftan başlayan bir sürekavının içinde buluyor kendilerini. Akademik başarı, iyi orta okul, iyi lise, iyi üniversite beklentisi ile bir garip yarışın içinden çıkıp bırakın yaşamayı soluk alamıyorlar. Litarütüre yeni bir kelime katıyorum hemen şuracıkta… “Sınavsallaşan” bir çocukluk evresi var artık çocuklarımız için.
Sözü benim anneliğim alsın bu noktada:
Sancılı bir LGS süreci yaşıyorum oğulcanımla… Çocukluk ile ilk gençlik arasında git geller yaşayan ruhunu sistemin dişlilerine çoktan teslim etmişken çektiği acıyı görüp nefessiz kalıyorum olunla birlikte bazen…
Tam ergenlik sancıları başlamışken, daha çok nefes almaya ihtiyaç duymuşken; koltuğu ile hazırlık kitapları arasındaki mahkumiyetini her gün pekiştirmeye çalışmamıza ne demeli? Bazen çeksem alsam onu şu dişlilerin arasından desem de tek başına yeldeğirmenleri ile savaşamayacağını bildiğimden sanırım bir çaresizlik hissiyatı ile bir başka savaşın içine terk ediyorum çocukluğunu.
“Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşamamış bir insanın mutlu olması çok zordur” diyor Prof. Dr. Üstün DÖKMEN … Oysa biz onları vatansız bırakıyoruz. Emanet kitapların içinde sayfaların arasına koyuyoruz unutulmuş ayraçlar gibi. Kimisi kalın kitapların içinde eziliyor, kimi güç bela bir sonraki sınavda benzer işkenceleri yaşamak ön kaydı ile kurtarıyor kendini. Bir kaç yıl sonra yeni bir hengame… O arada bir bakıyorsunuz ki sizin koklamaya kıyamadığınız çocuğunuz kahkaha atmadan , koşuşturmadan, oynamadan , çiçek toplamadan, çimene basmadan, top peşinde koşmadan, saklambaç nedir öğrenmeden büyümüş bir genç oluvermiş. Hatta hafızanızı yokluyorsunuz; belleğinizde en çok birlikte geçirdiğiniz tüm vakitlerde ders çalıştırmak için yaptığınız telkinler, aranızda geçen itiş kakışlar, huzursuzluklar var. Neyin içerisine itildiğinizi, elinizden alınan anneliğinizi , babalığınızı, evlatlarınızın çocukluğunu o zaman anlıyorsunuz. Artık çok geç kalmışken. Ne onun çocukluğu geri gelebilir ne sizin anneliğiniz, babalığınız geri dönebilir durumdayken…Yine elinizde bir sürü yaşanmamışlıkla kalakalıyorsunuz.
Hele empati yapabilme beceriniz varsa hissettiğiniz acı sizin ebevenynlikte kaçırdıklarınızın verdiği acıdan misli ile fazlası oluyor. Çünkü görüyorsunuz ki henüz savaşmayı öğrenmemiş ufacık bir canın çocukluğunu koskoca ülke bir olup elinden almış onun ruhundaki sancıları görmezden gelmiş yada gelmek zorunda kalmışsınız. Üstün hocanın tanımladığı sağlıklı yetişkinleri; anavatanından vuruyorsunuz yani… Sonrası trajik annelik babalık ve çocukluk hikayelerinden bile vahim. Daha hastalıklı babalar daha hastalıklı anneler daha hastalıklı öğretmenler daha hastalıklı bireyler… Uzayıp giden ve her bir nesilde katlanan mutsuzluklara hapsolmuş çocukluklar, ergenlikler, ilk gençlikler, gençlikler, yetişkinlikler… Birbirini iyileştirmeye çalışan mutsuz ve hasta ruhlar… Bir garip kısır döngü.
Haydi:
Dönelim anavatanımıza. Orayı onaralım, orayı koruyalım… Bu insandan insanı çalan , çocukluğu, ergenliği, anneliği, babalığı çalan sistemi revize edelim artık. Çocuklarımızı sistemin dişlilerinin arasına kendimizi vicdansızlığa terk etmeyelim. Bu kadar mı zor çocuğu çocuk kılan , anneyi babayı ondan çalmayan bir sistemi inşaa etmek. Hadi değerli Milli Eğitim Bakanım ne duruyoruz?
Mutlu çocuklar mutlu ve sağlıklı yetişkinler ise; mutlu çocuklar ve sağlıklı toplum için çocuklara, çocukluklarını geri verelim. Bunu ancak el birliği ile yapabiliriz.
Ne dersiniz?