Yazımın başlığı bir kitabın adı. Geçenlerde elime geçen Muhammed Berdibek’in kaleme aldığı “Siyah Güzeldir” isimli kitabı tekrar tekrar okudum. Yazar bu kitapta siyah kavramını bir metafor olarak işlemiş. Siyahın kötü, çirkin gösterilmeye çalışıldığı Batı kültürüne karşıt olarak siyahın kötü olmadığını bilakis bir duruşun, bir isyanın sonucu güzelliklere doğru bir adımın öncüsü olduğunu vurgulama gayreti içinde olmuş. İçinde bulunduğu zorlu şartlara rağmen, acılarını bir kenara koyup gelecektekilere yol açmak, adeta umuda bir yolculuğun ilk adımlarını sergilemektir diye ifade ediyor siyahı.
Siyah kavramı üzerinden yaşanan gerçek hikayelere yer vermiş ve bu hikayelerin her birinin yaktığı meşalelerin ne kadar anlamlı olduğunu anlatmaya çalışmış. Siyah denilince aklımıza sadece Afrikalı zenci kardeşlerimiz gelmesin. Elbette onlara dair de örnek hikayeler var kitabın içinde. Lakin buradaki siyah kavramı ile zulmün karşısında direniş gösteren kişileri ve fikirleri sembolize ediyor. Kitabın önsözü “Her ne kadar ‘Siyah Güzeldir’ sloganı 1960’lı yıllar itibariyle siyahilerin mücadelesinde önemli bir yer tutmaya başlasa da siyahın güzel olduğunun ispatlanması çabası daha da eskilere dayanır” diye başlıyor.
“Cefayı Rosa Parks çekti; sefayı Obama” diye attığı başlıkta Rosa Parks’ın hayatında kırılma noktası olan bir anıyı anlatıyor. Rosa Parks’ın yaşadığı dönem 1950’li yıllarda ABD’de “Jim Crow Kanunları” diye bir yasa bulunuyor. Bu yasa gereği toplu taşıma da kullanılan otobüslerde beyazlara ait koltuklar bir de karma koltuklar bulunuyormuş. Beyazlara ait olan koltuklara sadece beyazlar oturabiliyor, siyahlar bu koltuklara asla oturamıyorlardı. Karma koltuklara ise hem beyazlar hem de siyahlar oturabiliyor. Ancak karma koltuklarda da şöyle bir durum var. Eğer araçta bir beyaz ayakta kalırsa siyah yerini beyaza vermek durumunda. 1 Aralık 1955’te Rosa Parks her zamanki gibi çalıştığı fabrikadan iş çıkışı evine gitmek için otobüse biner. Bindiği otobüste karma alanda boş yer bulunca oraya oturur. Üç durak sonra otobüse birkaç beyaz adam biner ancak otobüste yer olmadığından dolayı ayakta kalırlar. Karma koltuklarda oturanlara yer vermelerini söylediklerinde üç kişi yer verir fakat Rosa Parks kendisini yorgun hissettiği için yer vermez. Daha doğrusu pes etmek istemediği için yer vermez. Bir direniş gösterir. Bu direnişi uzun sürmez polisler tarafından yaka paça tutuklanır ve götürülür. Rosa Parks göz altına alınmıştır ama bu hareket bir kıvılcım olmuştur. Bir direnişin başlangıcı olmuştur. Bu eylem çok geçmeden Amerika tarihinde bir kahramanın doğuşuna vesile olur. Bu kahraman yakinen tanıdığımız Martin Luther King. Bu kıvılcımın asıl kazancı ise bir başka şey, o da direniş ve boykot. Martin Luther King’in öncülüğünde siyahiler otobüse binmeme kararı alırlar ve bir boykot başlatırlar. Artık işlerine ya yürüyerek ya da bisikletle gitmeye başlarlar. Bu durum topluma taşıma yapan otobüs şirketlerini oldukça zor duruma sokar ve nihayetinde Federal mahkeme bir karar alır ve toplu taşıma da ırk ayrımcılığına son verir. Rosa Parks’ın direnişi sonucunda boykatla gelen kazanım ve aradan elli iki yıl geçtikten sonra da bir başka siyahi ABD’ye başkan olur. Bu Başkan Barack Husein Obama’dır. Obama döneminde de siyahiler için çok değişen bir şey olmadı aslında. Bunu en güzel şekilde Malcom X izah ediyor ve diyor ki; “Biz siyahlar devrim yapacaktık; içimizdeki zenciler buna engel oldular.”
Aşağılanan, onurları ayaklar altına alınan, ruhları bile köleleştirilen insanlara; siyah güzeldir ile özgüven aşağılanmaya çalışılan kitapta metafor olarak kabul edilen siyahın zulmünün başlangıcı çağlar öncesine dayanıyor. Nitekim takvim yapraklarını geriye doğru sardığımızda ve 1492 yıllarına gittiğimizde vahşetin boyutunu anlayabiliriz. İhtiraslı kâşif Christoph Colomb, bir gün İspanya Kraliçesi Elizabeth’in huzuruna çıkar ve ona der ki; “Afrika sahillerinden Hindistan’a gitmek yolu uzattığı gibi çok da tehlikeli, Batıdan Atlas Okyanusu’nu geçerek Hindistan’a daha kısa bir yolculuk ile ulaşabiliriz.” Uzun uğraşlar sonucu Kraliçe Elizabeth’i ikna eder ve Colomb yolculuğa çıkar. Haftalarca süren yolculuğun sonucunda bir kara parçasına ulaşır. Colomb ulaştığı noktayı Hindistan zanneder ancak kısa süre sonra Hindistan olmadığını anlar ve bu kara parçasına “Yeni Dünya” ismini verir. Çok geçmeden keşif duyulur. Sonradan Amerika ismini alacak olan bu Yeni Dünya’da yaşayan insanlar vardır. Papalık, dünyanın ötesinde yaşayanların pagan ve kafir olduğu fetvasını vermesi üzerine Amerika’da yaşayan yetmiş beş milyon insanın büyük çoğunluğu vahşice katledilir ve buraya Vatikan’ın onayıyla insanlar yerleştirilmeye başlanır. Vatikan’ın kanlı eli bununla sınırı değil elbette. İkinci siyah katliamı Afrika’da gerçekleşir. Vatikan’ın fetvasıyla Afrika’daki zencilerin dinsiz olduğu ve dolayısıyla da köleleştirilebileceği ifade edilir. Köleleştirme yolunda yapılan akıl almaz işkencelere dayanamayan okyanusta köpek balıklarına yem olur. Köleleştirilebilenler ise yeni dünyaya yani Amerika’ya oradaki efendilerine hizmet etmek için götürülür.
1976 yılında Güney Afrika’daki Soweto şehrinde yaşanan gergin anlar yaşanır. İçlerinde orta okul ve lise çağında öğrencilerinde olduğu grup ırk ayrımına karşı büyük bir protesto eyleminde bulunur. Protesto eylemine katılanlar arasında ayırım yapmaksızın çoluk çocuk herkesi katleder beyazlar. Bu olay bir kıvılcımı ateşler ve bölge de siyahilerin başlattığı bir harekete dönüşür. Aralarında öncülük eden Steve Bantu Biko isimli bir genç şunları haykırır. “Siyah olmak, deri rengiyle ilgili bir mesele değildir; Siyah olmak, zihinsel bir yaklaşım meselesidir.” Siyah insanların uyanışına vesile olan ve büyük bir direniş gösteren Biko çok genç yaşta öldürülür. Şu sözü kulaklara küpe olarak kalır. “Ezenin elindeki en etkili silah, ezilenin bilinç düzeyidir.” Yıllar sonra onun izinden giden Nelson Mandela onun için şunları ifade eder. “Güney Afrika çapında ateşi yakan ilk kıvılcımdı. Gençlere ve öğrencilere mesajı basit ve açıktı: Siyah Güzeldir! Siyahlığınla gurur duy!”
Siyaha yapılan zulüm bu dünyada hiç bitmedi. Farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde hep kendisini gösterdi. Yaklaşık 1000 yıllık aralar ile gerçekleşen iki vahşete örnek vererek izaha devam edeceğim. 1096-1099 tarihleri arasında I. Haçlı Seferi döneminde Suriye’nin Maarra kentinde yaşanan vahşeti anlatmak çok da kolay değil. Amin Maaoluf Arapların Gözüyle Haçlı Seferi adlı kitabında anlattığı dramatik hikaye bu coğrafyada bugün hala yaşanmaya devam ediyor. Tarihler 1098’i gösterdiğinde Maarra kentinde yaşanan vahşeti gözlemleyenler anlatmaktan dahi utanmışlardır. Burada yaşanan vahşeti Maarralı bir ozan şöyle dile getirir. “Burası yabani hayvanların kol gezdiği bir çayırlık mı yoksa benim evim mi, doğduğum yer mi, bilmiyorum” Fransız tarihçi ise durumu şöyle izah eder. “Maarra’da bizimkiler yetişkin dinsizleri kazanlarda kaynatıyor, çocukları ise şişe geçiriyor ve kızartıp yiyorlardı.
İkinci olay bütün dünyanın gözü önünde Avrupa’nın ortasında I. Haçlı Seferi’nden 900 yıl sonra Bosna’da gerçekleşir. Bosna’da acımasızca kadın, çoluk çocuk demeden yüzbinlerce insanı katlettiler. Ne uğruna siyahı toprağa gömme ve yok etme uğruna. Peki bugün farklı mı? Bugün de değişen bir şey yok. Bütün dünyanın gözü önünde Gazze’de yaşananlar ortada. Beyazın katliamları devam ediyor. Siyahı tamamen yeryüzünden kaldırıncaya kadar da bu katliamlara devam edecekler. Siyah ayağa kalkmasın, kendi benliğine dönmesin diye dünyanın farklı coğrafyalarında baskı, zulüm ve şiddet sürdürülüyor. Ama unuttukları bir şey var. Siyahı temsil eden ruhlar hiçbir zaman yok olmayacak, tükenmeyecek. Aliya İzzetbegoviç “Bizi yok etmekle tehdit ediyorlar, ama bilsinler ki Müslümanlar yok olmayacaktır” dediğinde bunu vurguluyordu. Nasıl ki bir zamanlar İspanya’da Endülüs Medeniyeti kurmuş isek, altı yüz yıl Avrupa’nın göbeğine kadar Osmanlı Medeniyetini yaşatmış isek, adalet ve insanlığı dünyaya öğretmiş isek, küllerimizden doğduğumuzda yeniden bütün dünyada zulmün olmadığı, adaletin hâkim olduğu bir dönem yaşatacağız.
Malcom X’den Muhammad Ali’ye, “Korkma bize hiçbir şey olmayacak” diyen Bosna fatihi Aliya İzzetbegoviç’ten Gazze’ye kadar siyahın hikayesinin anlatıldığı “Siyah Güzeldir” isimli kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Böyle anlamlı bir eseri yayın dünyasına kazandırıp okuyucuların hizmetine sunan Muhammed Berdibek beyefendiye de teşekkür ediyorum.