Yirmi yıldır hapiste yatan biri varmış.
Çıkmadan önceki gece uyuyamamış, çıkınca dışarıya nasıl adapte olacağını düşünmüş.
Teknoloji aletlerini daha önce kullanmamış olması onu çok korkutuyormuş.
Derken ertesi günü dışarı çıkmış.
Memleketine gitmek için otogar’ın yolunu tutmuş.
Durağa gelince aşağıya inen yürüyen merdivene bir türlü binememiş.
Onun halini görenler, gülmekten kendilerini alamamışlar.
Ancak görevliler yardımcı olmuş.
Metro, önünde duruca elleriyle kapıyı açmaya çalışmış.
Kapı kendiliğinden açılınca şaşırmış.
Telefon açmak istemiş ama bir türlü akıllı telefonu kullanmayı becerememiş.
Sonunda memleketine varmış.
Ama teknoloji dünyasıyla baş edememenin korkusuyla eski günlerine dönmeyi özler olmuş.
Kendi kendine “Hayat ne tuhaf! Hapiste iken dışarıya çıkmanın hayalini, dışarı çıkınca da içeriye girmenin hayalini kuruyorsun!” diye söylenmiş.
Neye sevinip neye üzüleceğini bilememenin duygusal karmaşası hayatını çekilmez kılmış.
Bu adamın durumunu görünce aklıma Soren Kıerkegaard’ın (1813-1855) “Tanrı’ya İhtiyaç Duymak” adlı eseri geldi.
O, eserinde kendi zamanındaki iki bilimsel gelişmeden bahsediyordu.
Birincisi, bilim adamlarının suyu, içindeki farklı maddelerden ayıran bir su filtresi üzerinde yaptığı çalışma, ikincisi ise kuzey kutbuna ulaşmak için yapacakları keşif gezisi…
1845’lerde Kuzey Kutbuna ulaşmak için keşif gezisi düzenlenmiş ama başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Ta ki 1920 yılına varıncaya dek, Kuzey Kutbuna hiç kimse ulaşamamıştı.
Denemek isteyenlerin çoğu yolda ölmüş ve cesetlerine yıllar sonra ulaşılmıştı.
Bugüne dönecek olursak, gerçekten bilim ve teknoloji tıpkı su gibi akıp gidiyor.
Bu alandaki keşifleri takip edemiyoruz.
Bir yandan Mars’a ulaşmanın yolları aranırken, diğer yandan da, yapay zekâ ve bilim kurgu çalışmaları hızla ilerliyor.
Biz mi teknolojinin, teknoloji mi bizim parçamız olmalı?
Sorusu, cevap bulmalı…
Maalesef insanlar teknolojinin parçası konumunda…
Teknoloji dünyası insana bir yaşam biçimi verdi.
Teknolojinin “niçin?” sorusundan uzak, “nasıl?” sorusuna yakın oluşu, insanları değerden mahrum bıraktı.
Bilim, teknoloji ve yaşam arasında din, ahlak gibi manevi değerler görünmez oldu.
“Her şey herkes için herkes her şey için” söylemi mantık ilkesine dönüştü.
Hayatın içinde bir yaratıcıya yer bırakılmadı.
“Niçin?” sorusunun yerini “nasıl?” sorusu aldı.
Bu yüzden hayatın içinde öncelik teknolojinin değil, önce insan, önce iyilik, önce değer, önce anlam, önce sevgi, önce merhamet ve önce adalet olmalı.