Dağılmış eşyalar, yıkılmış duvarlar, korkmuş insanlar, kanlı cesetler, her yeri sarmış ceset kokuları, adları unutulmuş kim olduğunu kimsenin umursamadığı binlerce ceset, kanla yıkanmış sokaklar belki de yıkılış bunlardan fazlasıdır. Bunu görmemek için bunları düşünmüş olabilir miydik bunca zaman. Değer yıkılışı, anlam yıkılışı, medeniyet yıkılışı... Binlerce yıkılış sayılabilirdi. Hangisinin etkisi daha uzun süreli olurdu? Hangisi yıkılırsa insanın anlamsızlıkla yüzleşmesini gerektirirdi? Dostoyevski de Suç ve Ceza’sında tam olarak bu noktaya değinmiyor muydu? İnsan “olağanüstü insan” statükosunu istiyordu. İnsan denen varlık konduramazdı kötü şeyleri kendisine. Olumsuzlukta konumlandıramazdı kendisini ya da yıkılan bir toplumun parçası olmakta.
Bu da insan fıtratının bir parçasıdır belki de. Dev binalar inşa eder, gücünün arkasına sığınır, bir cümlesiyle binlerce insanı yönlendirir yine de aynı insan yıkılır. Yaşlanır; fikirleri yıkılır, tabuları yıkılır, ömrü yıkılır. Yine de dönüşümü kolay kolay kabullenmek istemez. Yenilikleri reddeder, eskiyle, eski öğrendikleriyle devam edebileceğini sanar. İşte aynı insan dünyanın dönüşmesi için yok olur. Her eski yenilenir çünkü bu doğanın bir kanunudur.
Sonuç olarak artık ömrünün sonu gelmiştir. Eski alışkanlıkları, eski çevresi, eski düşünceleri... Bunlar onun sonunu getirmiştir. Her şey de değişmez mesela gittiğin kafenin yeri aynıdır ama her gittiğinde dekoru farklıdır. Dünyayı ele alırsak uzun süredir değişen bir ortamdan bahsederiz. Son zamanlarda daha da güçlü değişen hatta küresel ısınmanın da etkisiyle. Değişim görecelidir. Kimimize göre iyi kimimize göre kötüdür ya da sürecin içinde neyin ne yönde değiştiğini yakalayamayız.
Yıkılış, her yıkılış bir yenilenmeyi getirir mi ardından diyecek olursak tarihsel süreçte her yıkılışın ardından yeni bir medeniyet, bir şehir kurulduğunu görüyoruz. Bu açıdan insanlığa bakacak olursak aynı eğride gitmiyor. Yıkılıyor, hatalar yapıyor, yeniden inşa ediyor kendisini.
“Kimse kimseyi anlamıyor, herkes telaş içinde koşturuyordu. Herkes gerçeği kendisinin bildiğini düşünüyor, karşısındakilerin bunu anlamıyor olmasından acı çekiyor, göğsünü yumrukluyor, ağlıyor, kıvranıyor, ellerini ovuşturuyordu. Kimi yargılayacaklarını, nasıl yargılayacaklarını bilmiyorlar; neyin iyi, neyin kötü olduğunda anlaşamıyorlardı. Kim suçlanacak, kim aklanacak, kimsenin bildiği yoktu. İnsanlar anlamsız bir hınç ve öfkeyle birbirlerini öldürüyorlardı (Suç ve Ceza, Dostoyevski)”