ZÜLEYHA ÇAĞLAYAN

Tarih: 16.11.2025 13:48

🌙 KİBİRLİ PADİŞAH VE DEV ANA (Bir masaldan bugüne bir ayna...)

Facebook Twitter Linked-in


 Kardeşlerimin ve benim küçüklüğümüz annemin bize anlattığı tatlı hikayeler ve her biri ömürlük ders içeren güzel masalları dinlemekle geçti. 
Annem kah kış akşamlarında canımız sıkıldığında kah küçük birer çocukken uykuya geçmekte zorlandığımızda bize envai çeşit masal anlatırdı. Kim bilir belki de karakterimizin köşe taşlarında  o masallardan çıkardığımız dersler vardır. 

Bu gün size çocukluğumu getirdim. Bir masalım var çocukluğumdan. Belki ara ara annemin bize anlattığı diğer masalları da yayınlarım buradan. Yeter ki faydalı olacağını düşüneyim… 

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde , develer tellal , pireler berber iken bir padişah ve onun çok sevgili kızı bir prenses yaşarmış ülkelerin birinde. 

Padişah öyle mağrur öyle kibirli imiş ki dünya üzerindeki en önemli en ayrıcalıklı kişi olduğuna inanırmış. Ülkesi de ülkeler içinde en güçlülerdenmiş. 

Bir gün prenses gecenin alacakaranlığında bir kabus görüp ter içinde korkuyla uyanmış uykusundan. Bir daha da uyku tutmamış gözünü, sabahı sabah etmiş, sabahın ilk ışıkları ile babasını yanına koşup “Allah sizi korusun ben bu gece çok kötü bir rüya gördüm babacığım” demiş. Padişah rüyasını anlatmasını emretmiş. “Babacığım” demiş prenses yutkunarak ve rüyanın etkisi ile korkarak; “Rüyamda çok büyük bir başı boynundan vurdum, gövdesinden ayırdım” Padişah merakla sormuş: “ Ne büyüklükte bir başı?” Ve kızı da cevaplamış: “Dünya üzerindeki en büyük baş olmalı” Bunun üzerine huzursuzlanan padişah kızına kendisini yanlız bırakmasını emretmiş. Kızı odasına çekilmiş. 

Padişah bir süre düşündükten sonra kızının rüyasının hayra alamet olmadığı kanısına kapılmış. Cellatlarına emir verip yanına çağırmış. Dördünü vazifelendirmiş. “Kızım rüyasında dünyadaki en büyük başı vücudundan ayırdığını görmüş. Bu dünyadaki en büyük ve önemli kişi ben olduğuma göre, kastı banadır. Canıma bir hal gelmeden prensesin canının alınmasını emrediyorum. Ormanda yürüyüş yapılacağını söyleyerek onu alıp götürün, bana kanlı giysilerini getirin” diye emir vermiş. 

Cellatlar prensese ormanda bir yürüyüş yapılacağını, yürüyüşe katılmasının babasının emri olduğunu bildirmişler. Prenses hazırlanıp cellatların eşliğinde ormanın derinlerine kadar yürüdükten sonra neden başkalarının olmadığını sormuş. Cellatlar büyük bir üzüntü ile gerçeği anlatmışlar. Prenses “benim canımı bağışlarsanız bu ülkeden çeker giderim, bir daha da babamın karşısına çıkmam” demiş. Cellatlar prensesten kıyafetinin bir parçasını alıp onu yakındaki ülkenin sınırından dışarı çıkartmışlar. Giysilere av hayvanlarının kanını bulaştırıp padişaha emrinin yerine getirildiğini söylemişler. 

Bu arada prenses uzun bir yürüyüş yaptıktan sonra bir tepenin eteklerinde  bir yerleşim yeri görmüş. Bu yerde devasa ve çok ihtişamlı yanyana iki yapı gözüne çarpmış. O iki binaya  doğru yürümeye başlamış. En büyük binanın önüne gelip İçeri girdiğinde ortada kimsenin olmadığını görmüş. Malikaneyi gezmeye başlamışken  bir dev ana girmiş içeri. Malikanenin neden bu kadar büyük olduğunu dev anayı görünce anlamış prenses. Boyu kavaklar kadar uzun dev ananın göğüsleri göbeğine varıyormuş. Bir yerde okuduğuna göre eğer dev ana süt anası olursa ona zarar vermezmiş. Hemen yanına varıp süt evladı olmuş dev ananın. Sonra “ ben senin evladın oldum artık , benden sana zarar gelmez, sen de bana zarar verme“ diye yalvarmış prenses dev anaya. Dev ana prensese sarılıp “artık benim evimin misafirisin, burada istediğin kadar kalabilirsin, yanımda başına kötü hiç bir hal gelmeyecek” demiş. Evin 41 odası olduğunu 40 odayı gezebileceğini, 41.odaya ise girmesini yasakladığını söylemiş. Malikanenin 40 odasını istediği gibi kullanabileceğini ancak kilitli odaya girmemesi gerektiğini söylemiş. Prenses ve dev ana birlikte yaşamaya başlamışlar. İlerleyen günlerde dev ana prensese başına neler geldiğini sormuş. Prenses babasının bir padişah olduğunu ve gördüğü rüya nedeni ile kendisinin katline karar verdiğini, canını cellatların bağışladığını anlatmış. Dev ana bu yaşanmışlığı duyunca durgunlanmış. Odasına gidip düşünmeye başlamış. Prenses ne kadar ısrar etsede dev ananın derdinin ne olduğunu öğrenememiş. Günlerden bir gün dev ana dışarıdayken prenses dev ananın kilitli 41. odasını merak edip odasından oranın anahtarını almış ve odaya girmiş. Odanın çok güzel ve sade olduğunu ve çok ihtişamlı başka bir yapının bahçesine baktığını fark etmiş. Odanın çok da büyük bir terası varmış. Prenses terasa çıktığında karşısındaki evin bahçesini daha net görmüş. O sırada karşısındaki ihtişamlı yapının bahçesinde bulunan yakışıklı delikanlı da dev ananın evine doğru bakmış. Prenses ve delikanlı birbirlerine ilk görüşte aşık olmuşlar. Dev ana geldiğinde prensesi o odanın terasında bulmuş. Ona kuralları çiğnediği için çok kızsa da kız dev ananın boynuna sarılıp özür dileyip yalvarınca onu bağışlamak zorunda kalmış. Bu arada prenses gördüğü delikanlının o ülkenin kralının mütevazi ve iyi yürekli oğlu olduğunu öğrenmiş. Kralın oğlu babasını ve annesini dev ananın yanına gönderip prenses ile evlenmek isteğini iletmiş. Dev ana prensesin fikrini alıp düğün hazırlıklarına başlamış. Düğün için dünyanın tüm kralları ve padişahları dev ananın evine çağırılmış. Davetliler arasında prensesin babası olan padişah da varmış. Dev ana düğün başlamak üzere iken prensesi yanına çağırmış. Elinde büyükçe bir hançer olan dev ana prensese hastalığını ve dermansız olduğunu , çektiği eziyeti anlatmış. Prenses dev ananın malikanesine gelmeden önce rüyasında prensesin teraslı odada dev ananın başını gövdesinden ayırdığını gördüğünü bu nedenle onun bu odaya girişini yasakladığını anlatmış. Ve prensese demiş ki “ ya bu hançerle sen benim canımı alır başımı gövdemden ayırıp beni hastalıklarımdan kurtarır rahata huzura kavuşturursun, yada ben senin canını alırım, sen seç” demiş. Prenses ne kadar yalvarmışsa kâr etmemiş. Dev ana sana bunu yapamam diyen prensesin  boğazına hançeri dayamış varımı  yoğunu sana bırakıyorum, eğer bu hançeri elimden alıp gereğini yapmazsan  da ben senin canını alıyorum demiş. Yazdığı açıklayıcı bir mektubu prensesin eline vermiş. Mektupta ölümünde prensesin kusurunun olmadığı ve hastalığı nedeniyle onu mecbur bıraktığı yazıyormuş. Prenses dev ananın ne kadar acı çektiğini anlayıp hançeri dev ananın elinden almış ve gözlerini kapatıp keskin hançer ile boynunu prensesin önüne uzatan dev ananın başını gövdesinden ayırmış. Ancak çığlık atarak ağlayarak bayılmış.  Sesi duyan misafirler dev ana ve prensesin bulunduğu teraslı odaya koşmuşlar.  Dev anayı yerde kanlar içinde prensesi elinde hançerle dev ananın başında baygın gören misafirler irkilmişler ancak prensesin elindeki mektup sesli şekilde okununca olay gün ışığına kavuşmuş. Mektupta prensesin ve dev ananın rüyasından tutun da dev ananın evine misafir olduğu ilk güne, dev ananın hastalığına, son günlerini prenses sayesinde ne kadar mutlu geçirdiğine, hastalığının verdiği çaresizliğe ve ölüm kararına kadar her şey yazılı imiş  Prenses mektubun okunmasından sonra misafirlerin arasında babasını görmüş. Babası da kızını… Padişah gelip kızına sarılıp kızının rüyasını kibri nedeniyle yanlış yorumladığını dev ananın ölümü ile hayatının dersini aldığını söyleyip prensese sarılıp özür dilemiş. Tüm misafirlere kibrinin gözünü kararttığını dünyada kendisinden büyük onlarca, yüzlerce  insanın olabileceğini ancak bu olayla idrak ettiğini anlatmış. O kadar pişmanmış ki ağlamaktan helak olmuş. Prenses babasını affetmiş. Kralın oğlu ile evlenip  tahta çıkıncaya kadar dev ananın prensese bıraktığı malikanede mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamışlar. Sonrasında ise ülkenin kralı ve kraliçesi olup Saraylarına taşınmışlar. O kadar mütevazi ve sevgi dolu insanlarmış ki  ülkelerini dünyanın en mutlu ve güçlü ülkesi yapmışlar.

Kibir…
İnsanı kör eden, kalpleri taşlaştıran, aklı sağır eden o gizli illet.
Tarihin her döneminde nice padişahı, nice hükümdarı, nice iktidarı yerle bir etmiştir.
Kibir bulaştı mı, gerçeklik kaybolur.
Halkın sesi duyulmaz olur.
Güç, bir aynaya dönüşür — insan o aynada sadece kendini görür.
Masalımızdaki padişah da öyleydi.
Kendi büyüklüğüne o kadar inanmıştı ki, sonunda kendi kibrine yenildi.
Ama o yenilgi, aslında bir uyanıştı.
İşte tam burada masal bitiyor, gerçek başlıyor.
Bu hikâye bana tek bir dönemi, tek bir zihniyeti hatırlattı:
Cumhuriyet Halk Partisi’ni.
Tek parti döneminden bu yana değişmeyen o tavır:
Kibir.
Halkın üzerinde duran, halkı “eğitilmesi gereken bir topluluk” gibi gören bir bakış.
İktidarda olmasa bile muktedir davranan, kaybetse bile “asıl akıl biziz” diyen bir zihniyet.
Bu, artık bir siyasi alışkanlık değil; karaktere işlemiş bir hastalık.
CHP hâlâ o eski “üsttenci” aynaya bakıyor.
Halkın değerlerini anlamak yerine onları “düzeltilecek” sanıyor.
Ve o yüzden, toplumun kalbine dokunamıyor.
Padişah, sonunda anladı:
Dünyada kendinden büyük insanlar, daha temiz kalpler, daha mütevazı liderler de varmış.
Ama CHP hâlâ kendi gölgesine hayran…
Hâlâ halkı değil, aynadaki suretini seyrediyor.
Kibir şeytandandır.
Kibir, insanı halkından koparır.
Ve halktan kopan her yapı, bir gün devrilir.
________________________________________
✨ Masallar bazen sadece çocuklara değil, koca koca “büyüklere” de anlatılır.
Belki de bazıları hâlâ dinlemeyi öğrenmemiştir.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —