Bir erkeğin ve bir kadının hayat beklentileri ya da birbirinden beklentileri neden farklıdır, sosyal yaşamın pek çok noktasında bu soru takılmıştır zihninize… Hatta kiminiz yakınınızdaki karşı cinsle kafanızdaki bu belirsizliği veya bilinmezliği anlamaya da çalışmışsınızdır. Bu konuda milyonlarca yazı yazılmıştır muhtemelen tarih boyunca. Hatta benim de bir kaçını okuduğun yüzlerce kitap da yazılmıştır. Araştırmacıların, doktorların, düşünürlerin, filozofların , sosyologların, psikologların, yazarların ortak merakı olan bu konuya herkes kendince bir yorum getirmiştir. Kimi hormonlarla, kimi farklı çalışan beyin mekanızması ile, kimi yetiştirilme şartları, toplumsal beklentiler,kültür gibi sosyal olgulara, kimisi dini kabullerle, kimi de bölgesel farklılıklarla açıklamıştır aradaki farklılığı. Kuşkusuz kadın ve erkeğin hayata ve birbirlerine yüklediği anlamda bu saydıklarımın hepsinin etkisi vardır. Tüm canlılarda olduğu gibi insanda da dişi figürün annelik vasıfları karakterine içgüdüsel olarak işlenmiştir. Merhamet duygusunun kadında erkekten daha belirgin olmasının nedeni anneliğin gereği hormonların sonuçlarından biridir. Östrojen ve testosteron bu anlamda en belirgin farklılıkları yaratan hormonlardır. Ancak ben size bu gün bilimsel farklılıklardan ziyade sosyolojik farklılıklardan ve bakış açısı değişikliğinden bahsedeceğim. Kadının erkekten erkeğin kadından neler beklediğini kimi zaman alaycı kimi zaman kinayeli kimi zaman eleştirel bir dil ile işlemeye çalışacağım.
Aslında tüm bu farklılıkların özüne indiğimizde, kadın ve erkeğin birbirinden beklentilerinin çoğu zaman karşılıklı bir “duyulma” ve “anlaşılma” arayışına dayandığını görürüz. Fakat ne yazık ki bu arayış, yüzyıllardır yanlış kodlarla, kalıplaşmış rollerle ve yerleşmiş önyargılarla yoğrulduğu için iki taraf da çoğu zaman birbirine ulaşamaz. Kadın, çoğunlukla duygusunun ciddiye alınmasını isterken; erkek, duygusunu ifade ettiği anda zayıflamaktan korkar. Erkek, beklentilerinin açıkça anlaşılmasını isterken; kadın, ima yoluyla anlaşılamamaktan yakınır. Her iki taraf da aslında aynı masanın etrafında oturur, fakat çoğu zaman farklı diller konuşur.
Sosyolojik açıdan baktığımızda kadın, toplumun ona yüklediği “fedakâr, toparlayıcı, duygusal lider” rolünü taşırken; erkek “güçlü, çözücü, duygularını kontrol eden” rolünün altında ezilir. Bu roller o kadar içselleşmiştir ki bireyin kimliğiyle karışır, hatta karakter zannedilir. Kadın çoğu zaman “Ben zaten yapayalnız da yaparım ama yanımda biri olsun isterim” derken; erkek “Ben kimseye yük olmamalıyım” anlayışıyla kendi duvarlarının esiri olur. İki taraf da aslında birbirinden çok şey beklemez; aksine, beklediği az şeyin karşılığını bulamadığında büyük hayal kırıklıkları yaşar.
Bu farklı beklentilerin kökeninde kimi zaman çocuklukta duyulan bir cümle, bazen anne-babanın ilişki dinamikleri, bazen toplumun görünmez kuralları vardır. Kadın, çoğu zaman sevginin bakımla ifade edildiğine inanarak büyür; erkek, sevginin sorumlulukla gösterildiğine inanarak… Biri duyguyu önce hissetmek ister, diğeri önce güveni… İşte tam da bu noktada, ilişkilerdeki en çok tartışılan konu belirir: "Kim, neyi, ne kadar üstlenmeli?"
Kimi zaman bir kadının tek isteği, elindeki fincanı bırakıp içinden geçenleri dinleyecek ilgili bir eş, yaslanacak bir omuzdur. Kimi zaman bir erkeğin tek beklentisi, mücadele ettiği dünyanın içinde bir kez olsun sorgulanmadan kabul görmektir. Ancak beklentiler dillendirilmeyince, yanlış anlaşılmalar ilişki zeminini çatlatır. Kadın “Ben bunları söylemeden anlamanı beklerim” der. Erkek “Ben ne hissettiğini söylemiyorsan anlamam” diye karşılık verir.
Bu yazıda, kadın ve erkeğin birbirinden beklentilerine yalnızca bilimsel bir perspektiften değil, biraz mizahla, biraz eleştiriyle, biraz da hayatın tam içinden bakmak istiyorum. Çünkü bazen en büyük çözüm, meseleyi ağırlaştırmadan, hafif bir gülümsemenin aralık bıraktığı yerden konuşabilmektir.
Toplumsal rollere baktığımızda kadının erkeği gördüğü yer, büyük ölçüde yüzyıllardır süren güç algısının bir yansımasıdır. Kadın, erkeği çoğu zaman “hayatın yükünü omuzlayan”, çözüm üretmesi beklenen, duygularını geri planda tutan bir figür olarak görür. Bu algı öyle derinlere yerleşmiştir ki kadın bile erkeğin duygusal zorluklarını kimi zaman fark etse bile kabul etmekte zorlanır. Çünkü toplum, erkeğin güçlü olmasını öyle şart koşmuştur ki, kadın bile erkeğin kırılganlığını gördüğünde bunun doğal değil “tuhaf” olduğunu düşünebilir. Oysa aynı kadın, duyguya en çok ihtiyaç duyanın çoğu kez o olduğunu bilir ama erkek kendisini ona açana kadar çoktan başka yükler sırtlanmıştır.
Erkek ise kadını çoğu zaman “detaycı, duygusal ve sürekli sorgulayan” biri olarak görür. Bu bakış açısı da elbette toplumsal öğretilerden süzülüp gelir. Küçüklüğünden beri kendisine “Ağlama, güçlü ol, büyüdüğünde aileni koru” denilen erkek; duygusunu özgürce ifade eden kadını bazen fazla karmaşık, hatta ulaşılması güç biri olarak algılar. Aslında karmaşık olan kadın değil; erkeklerin duygusuna mesafe koymayı normalleştiren toplumun ta kendisidir. Kadının merakı, erkeğin kafasında sorgulama; kadının duygusallığı, erkeğin zihninde hassasiyet değil “abartı” olarak yerleşir. Aradaki asıl gürültüyü ise bu yanlış kodlamalar yaratır.
Kadın, erkeğin üzerindeki toplumsal baskının çoğunu fark etmez; erkek de kadının görünmeyen iş yükünü… Kadın bir gün içinde onlarca duyguyla, onlarca görevle boğuşur ama ona bu görevler “normal” diye anlatılmıştır. Erkek gün içinde başına yığılan sorumlulukların nedenini bile çoğu zaman sorgulamaz, çünkü “erkek adam halleder” cümlesi zihnine çocukken kazınmıştır. İşte tam burada iki taraf birbirini yanlış tanır: Kadın erkeği umursamaz sanır, erkek kadını memnun edilmesi zor biri olarak görür.
Toplumun çizdiği roller, iki tarafın da birbirini gerçek haliyle görmesini sisli bir camın ardına iter. Kadın çoğu zaman erkeğin yükünü, erkek kadının çabasını fark etmez; çünkü ikisine de kendi yükleri “olması gereken” diye öğretilmiştir. Oysa kadın erkeği biraz daha insan, erkek kadını biraz daha birey olarak görse; aralarındaki mesafe bugünkünden çok daha kısa olacaktır.
Belki de sorun, kadınların erkeklerden; erkeklerin kadınlardan farklı şeyler beklemesi değil. Belki asıl sorun, her iki tarafın da toplumun onlara sunduğu eski tariflerle birbirini anlamaya çalışmasıdır. Tarif eski, malzemeler yeni… Ama sofraya hep aynı lezzet çıkıyor.
Bu kadar farklılığın, yanlış kodlamanın, toplumsal yükün arasında çözüm aramak elbette kolay değil. Ama madem yüzyıllardır ciddi ciddi çözememişiz, o zaman biraz da alaycı bir yerden bakalım; belki oradan yürürken yol kendiliğinden açılır.
Birinci çözüm önerisi:
Kadınlar erkeklerin aklını okumaya çalışmaktan vazgeçsin; erkekler de kadınların cümlelerini çözmek için şifre kırıcı programlar kullanmasın.
Evet, kadın “Ben iyiyim” dediğinde çoğu zaman “Hiç iyi değilim” demek istiyor olabilir ama bu da bir noktadan sonra evrensel bir bulmacaya dönüşüyor. Erkek, “Benim bir şeyim yok” derken duvar örüyor olabilir ama bu da kadının sabrını “şantiye” seviyesine taşıyor. Çözüm?
Sürpriz: Konuşmak. Evet, maalesef yüzyıldır çözüm diye sunulan şey yine aynı. Çünkü onun yerine çalışan başka bir şey keşfedilmedi.
İkinci çözüm önerisi:
Toplumun verdiği roller artık emekli edilsin.
“Erkek adam ağlamaz”, “Kadın dediğin yuvayı yapar”, “Erkek evin direğidir”, “Kadın ayrıntıcıdır”…
Bunları kim yazdıysa, muhtemelen ikili ilişkilerde hiç başarı sağlayamamış biri.
İki taraf da birbirini insan olarak görmeye başlayınca -inanın- mucize filan olmuyor ama en azından kimse kendinden mucize beklenmediğini anlıyor.
Üçüncü çözüm önerisi:
Erkekler duygularını üç ayda bir değil, ayda bir gün güncellesin.
Kadınlar da her duygu güncellemesini 12 sayfalık rapor şeklinde sunmasın.
Orta yolu bulmak zor değil: Bir taraf kısa konuşmayı öğrensin, diğeri duygusunu saklamamayı…
Kısacası herkes, kendini zorlamadan ama karşısındakini de yormadan iletişime geçmeyi öğrensin.
Dördüncü çözüm önerisi:
Beklentiler mütevazı tutulmalı.
Kadın “Beni anlasın, hissetsin, destek olsun, biraz romantik olsun, gerektiğinde sessiz dursun, ama gerektiğinde konuşsun…”
Erkek “Ben ne istediğimi bilmeyeyim ama kadın beni yine de anlasın…”
Bunlar fazla yük.
Çözüm? Çok basit:
Herkes kendi beklentisini önce kendine bir açıklasın.
İnanın, çoğu kişi ne istediğini düşününce kendi kendine ikna olup beklentisini yarıya indiriyor.
Beşinci çözüm önerisi:
Kimse kimseyi değiştirmeye çalışmasın.
Kadın, erkeğin değişeceğine inanarak ilişkiye başlar;
Erkek, kadının hiç değişmeyeceğine inanarak…
Sonuç: İki taraf da hüsran.
En azından şu kabul edilsin: İnsan değişir ama karşısındaki için değil, kendi isterse. Zorlamanın kimseye faydası yok, sadece tartışma sayfalarını çoğaltıyor.
Belki de çözüm, birbirimizi mükemmel anlamaya çalışmak değil; birbirimizin eksik taraflarına tahammül edebilecek kadar gerçek olmakta. Kadın da erkek de aslında aynı şeyi istiyor: Anlaşılmak, anlaşılamadığında da saygı görmek. Bu kadar. Geri kalan tüm beklentiler toplumun fazlalık süsleri.
Ama tabii yine de biz, bu süsleri hayatımızdan çıkaramıyoruz. Eh, bari arada bir takıp çıkarırken gülümsesek… Onu da becerebilirsek, belki işler yoluna girer.
Sonuçta kadın da erkek de aynı dünyanın içinde birbirini anlamaya çalışırken, çoğu zaman toplumun yazdığı eski tiyatro metnini ezberden oynuyor. Oyun biteli çok olmuş ama sahne hala dolu, roller hala dağıtılıyor, replikler değişmiyor. Belki de asıl değişmesi gereken birbirimiz değil; bize öğretilmiş tüm bu replikler. Fakat nedense kimse bu metni yırtmaya cesaret edemiyor. Çünkü yeni bir metin yazmak emek ister, samimiyet ister, çıplak bir yüzleşme ister. Belki de en çok bundan korkuyoruz.
Ama yine de şunu kabul etmek gerek: Kadın “anlaşılmak” isterken, erkek “kolaylaştırılmak” istiyor olabilir; fakat ikisi de aynı noktaya çıkıyor: insanca bir temas. Bu kadar basit, bu kadar zor.
Ve belki de bir gün, kim bilir, kadın ve erkek birbirine toplumun değil, kendi gözlerinin içinden bakmayı öğrenir. İşte o zaman bütün bu tartışmalar, bu beklentiler, bu çözümsüzlükler bir anda anlamını yitirir.
Ama o güne kadar…
Herkes kendi gerçekliğiyle biraz daha yüzleşip, karşısındakini biraz daha duymayı denerse, belki dünyanın bu iki en eski yabancısı nihayet aynı dili konuşmaya başlar.
Olur mu? Olur.
Ama önce, birbirimizi değiştirmeye çalışmayı bırakıp kendimize dürüst olmayı becerebilmemiz gerekir.
Ki işte en zor kısım da tam burasıdır.