"Sahabe veya ashab, Arapça kökenli bir sözcük olup “yoldaşlar, arkadaşlar” manasında da ayrıca. Sahib (Arapça: صاحب) ve Sahabi kelimelerinin çoğuludur.” Şeklindeki wikipedia sitesindeki izahtan da anlaşıldığı gibi, “sohbet” kökünden gelen “sözcük”ün manasıyla ilgili başka bir izah da şu:
"Resulullah aleyhissalatu vesselâmın sohbetidir. Bu sohbet, öyle bir iksirdir ki, ona bir dakika mazhar olan bir kimse ehl-i tasavvufun senelerce seyr u sülûkla elde edebileceği feyze ve hakikat nurlarına mazhar olabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı, o sultana tâbi olarak öyle bir mertebeye çıkar ki, bir şah çıkamaz. “İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyor.” Ashab’ın sohbeti Peygamberin nübüvvet şahsiyetiyle sohbettir.
Bu sohbetin yüceliği şu misalden anlaşılabilir: Kızını diri diri gömecek kalp katılığına sahip bir bedevî adam, bir saatlik nebevi bir sohbetten sonra karıncaya ayağını basamayacak bir ruh inceliği kazanıyor; cahil ve vahşî bir adam, bir günlük bir sohbetten sonra Çin ve Hint gibi memleketlere gidip o medenî kavimlere muallim ve rehber oluyordu. Bu hususu Lemeat’ta şöyle nazmetmiştir Üstad Bediüzzaman:
“Bir nazar-ı Peygamber
Birdenbire kalbeder
Bir bedevi-i câhilî
Bir ârif-i münevver
Eğer mizan istersen
İslâmdan evvel Ömer
İslâmdan sonra Ömer”
Bu “inkılab-ı azim”den sonra sahabe kelimesi “el” ilavesiyle hususileşmiş ve “el- sahabetül- kiram” olmuştur. “Sahabeler ekseriyet-i mutlaka ( çoğunlukça: demek ki hepsi bir seviyede değiller) itibariyle kemâlat-ı insaniyenin en a’la mertebesindedirler.” (27. Sözün zeyli…) Çünkü, onlar büyük İslâm inkılabına şâhid olup bizzat onu yaşadılar. İslâm inkılabı hayır ve hakkı bütün güzellikleriyle ortaya çıkarmış, şer ve bâtılı da üstün çirkinlikleriyle gözler önüne sermiştir.
Bu zıtlar haller, öylesine birbirinden ayrılıp belirgin hâle gelmişler ki, hayrı, hakkı iltizam eden şerre, batıla, yalana müşteri olması mümkün değildi. Çünkü sıdk ile kizbin arasındaki mesafe iman ile küfür arasındaki, Cennet ile Cehennem arasındaki mesafe kadar uzaktır. (18. Muhakemât, s. 132; Barla Lahikası, s. 155, Hutbe-i Şâmiye, s. 48-49.)
Sahabe-i Kiram’ın, Fahr-i Alem ve “Şeref-i Beni Adem” Resul-ü Kibriya Efendimizi ( Aleyhisselatü Vesselam) sağlığında mümin olarak gören ya da – yine- mümin olarak O’nun (asm) tarafından, bir defa da olsa görülmek demektir.
Sahabe-i kiram Hazeratı (R.Anhüm ecmain) üzerinde bu kadar durmamızın sebeplerinden en azamına işaret edenlerden biri de Rahmetli Necip Fazıl.
“Tek istikamet kabe;
Ve tek örnek sahabe…
Böyle yükseldi sütun,
Böyle kuruldu kubbe.” ( Meydan Şiiri)
Celaleeddin-i Suyuti (R.A.) Yüce Resulü mana aleminde (asm) yetmişten fazla müşahede ettiği halde sahabe olamamıştır. “İşte şu sırdandır ki, en büyük velîler sahâbe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanıkken çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahâbeye yetişemiyorlar.” (Sözler, 27. Söz, Zeyil) buyuran Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat”ın mühim bir düsturunu beyan ediyor.
… Veya tam tersi bir hal ile O’na muhabbetinden yayan yapıldak çöllere düşüp Yemenden Medineye kadar kızgın kumları arşınladıktan sonra “mahal-i maksudu”na varan ama Habibullah’ı (asm) göremeyen Üveysel Karani (R.A.) Asr-ı Saadetinde yaşadığı halde – Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle- “ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve’l-cemaat” alimlerinin icmaı ile, “sahabe”lik mevkiine yükselememiş.
Resulullah (asm)'ın vefatı sonrasında bazı fitnelere ve siyasi hırslarla yaptıkları hatalar FERDİ oluyor demek ki; yeni tabirle "kurumsal" değil. İsmet sıfatı sadece nebilerde bulunuyor çünkü...
“Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat! Ve ey Al-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Aleviler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birbirinizi diğerinin aleyhinde alet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’i mes’eleleri bırakmak elzemdir. (Bediüzzaman Said Nursi,Lem’alar, s. 32.) beyanını çok okumuş veya dinlemişizdir. Bu ifadelerden sadece “ittifak” mesajını alan insanlara 21. Mektup’taki izahları göstermek gerekir.
Dikkatlerden kaçmayacağına emin bulunduğum satırlar şunlar: “Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat!” demek ki cemaatın ilk şartı “hak ehli” olmasıdır. “Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat”ın İslami ıstılah manası Sünnet Yoludur ve bu güzide yolun bize kadar gelmesini sağlayanlar da Muhaddis Alimler ile Sahabe Efendilerimizdir.
Cemaat madem ki “ehl-i hak” olması şart olan bir hakikattır. (Ya da o hakikata yapışan bir gruptur.) Manevi cihetiyle, bir topluluk ne kadar fazla olursa olsun ona cemaat demek mümkün olmadığı gibi, onların teşkil ettiği “teknik- meşura manasındaki” kararlarını dinleme mecburiyeti de yoktur.