Huyum da değil, yazma kaidem de… Şuna ya da buna nazire yapmayı hem beceremem, hem de nev-i şahsına münhasır olması gereken üslup anlayışıma ters bulurum.
"Asya" adını gasp eden - çünkü hedefi saptırıldı- bir mevkutenin sayın başyazarının bir hain için başsağlığı dilemesiyle, camia fertlerinin de "akıl tutulması" yaşayacağını sandı. Ya da tutuklanacağını bile bile bunu yaparak bu şekilde o mevkutenin tirajını arttıracağını sandı. ( Laf aramızda: Hala 28 Şubat günlerinde nal topluyor demek ki...)
O mevkutedeki yazı dizisi okununca (tek ölçü o dizi ya!) “ konu” – şıppadanak- , gereksiz detaylardan arı şekilde, ana hatlarıyla ve özüyle kavrayacakmışız! Mâlum yazılar -mübarek- turnusol sanki kağıdı , biz de (bidon kafalı, karnını kaşıyan cahil oy çoğunluğuyuz ya...) camid ve kimyevi atıklar gibiyiz sanki!
“Ayrıca, önce Ergenekon meselesinde sergilenip daha sonra anayasa paketi ve referandum gibi konulara da taşınan ölçüsüz tarafgirlik veya aleyhtarlığa; herşeyi ak ve karaya sıkıştırıp ara renkleri red ve inkâr eden ve nüanslara hayat hakkı tanımayan bir toptancılığa; adeta psikolojik harp yöntemleriyle yürütülen propagandalarla kendi dediğini hakim kılmaya uğraşan bir hegemonyacılığa ve üstelik bütün bunların “demokratlık adına” ortaya konulmasındaki garipliğe prim vermeyen dengeli bir yaklaşımın ipuçlarını bulacaksınız.” MIŞ! (Malum gazete, 24.10.2010, ilgili siteler)
Halbuki ne buyuruyor Nur Üstad (RA):
“Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmişse, acaba kabahat kimdedir?” (Divan-ı Harb-i Örfî, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 143)
Said Nursî’nin, istibdada karşı meşrutiyeti savunma iddiasıyla ortaya çıkıp, zaman içinde, özellikle de iktidar gücünü ele geçirdikten sonra meşrutiyetçiliği tekellerine alarak, kendileri dışındaki herkesi meşrutiyet karşıtı olarak gösteren ve üstelik meşrutiyete tamamen aykırı baskıcı uygulamalara yönelen bir kısım İttihatçılar için dile getirdiği bu tesbit, yakın geçmişte aksi yönde sergiledikleri tavırları “unutarak”, şu günlerde demokrasi bayraktarlığına soyunan ve bu işi kimselere de bırakmayan ve adında “demokrat” kelimesi bulunan, İttihad ve Terakki isimlerini kendine perde yapan Düvel-i Muazzamayı “Sultan-ı Veli, Sultan-ı Masum” gibi bir “Emirelmüminin” (Bu sıfatı kullanan iki sultandan biridir Abdulhamid) sultandan mahrum edip yıkılmasına vesile olanlara tam olarak uyuyor.
Bunlara karşı, yine Üstad Said Nursi'nin şu ifadesini de, önemle altını çizerek tekrarlamak gerekiyor:
“Meşru hakikî meşrutiyetin müsemmasına (isminin mânâsına uygun içeriğine) peyman (yemin) ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libasını (elbisesini) giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım.” (a.g.e., s. 136)
Demek ki, sadece “Demokratım ve özgürlükçüyüm” demekle demokrat ve özgürlükçü olunmuyor. Bu iddiaların parelelindeki fiillerle de hemhal olup, 27 Mayıs darbesinin kopyası 12 Eylül’cülere mahkeme kapısını işaretleyecek bir değişiklik taslağına “hayır” deme kararını almayıp, Silivri’deki “vatanperver”lere “selam” yollanmaması, milletin er ikisinden birinin oyunu alan bir iktidarı “yok” saymaması lazım. Üstad’ın Son Dersindeki “Daha azamüşşerden kurtulmak için…” kaydının ne mânaya geldiğini – korkmadan ve vicdanla- düşünmesi lazım geliyor. “Aksi halde inandırıcılık problemi ortaya çıkıyor.”
“Meslek-i hakikat” ve “hakikatperestlik sıddıkiyeti” güme gidiyor yoksa; haberiniz ola…
Yine o eski dostun “hakperest” sesine kulak verelim:
“Oysa demokratlık kimsenin tekelinde değildir. Hele geçmişleri bu konuda inanılmaz defolarla – 28 Şubatçılık gibi- dolu olanların bugün demokratlık şampiyonluğuna soyunmaları hiçbir şekilde inandırıcı olamaz.” (Yeni Asya, 24.10.2010, Güleçyüz Kâzım